29 Kasım 2007 Perşembe

MISIRDAN NOTLAR – I

Hayatin ve siyasetin gundemini yorumlayanlar, herhangi bir gelismeyi sicagi sicagina yazmazlar.

Okura karsi sorumluluk geregi 24 saat kurali esastir.

Misir`a gelisimin sekizinci gununde ilk izlenimlerimi aktariyorum.

Kronolojik siraya bagli degil de daha serbest yazacagim. Cunku nereden baslayacagimi bilmiyorum.

Bir ulkenin gelismislik duzeyinin ilk gostergesi kabul edilir, havalimanlari ve yollar.

2000 yilinda ilk Ingiltere`ye gidisimde de yasamistim bunu; 2003`te Romanya`da da.

Ama acikca soylemeliyim ki hic biri sekiz gun onceki kadar carpici olmamisti.

Ingiltere`ye ilk defa gidenler, ozellikle Stansted`e inince ve de yol boyunca kendilerine gelemezler.

Gokyuzunu gri rengin kapladigi o soguk insanlarin ulkesi, modernizm ve dogasiyla simsicak bir hosgeldin der konuklarina.

21 Kasim 2007 tarihini ise kolayca unutacagimi sanmiyorum. Kahire`ye ayak bastigim o kara Carsamba`yi.

Halbuki onceden burada bulunan dostlar anlatmislardi.

Yani tabloyu uc asagi bes yukari kafamda canladirmistim.

Daha dogrusu..

Yanilmistim!

28 Kasım 2007 Çarşamba

İsa görünümlü ağaca anıt koruması - KUSADASI



DİLEK Yarımadası Kalamaki Milli Parkı'nda, dalları çarmıha gerilmiş İsa görünümlü dört asırlık palamut ağacı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu tarafından koruma altına alındı.
Doğal yapısı ve barındırdığı bitki çeşitliliği açısından dünyanın sayılı doğal parklarından Kalamaki'deki ağaç, Orman Müdürlüğü ile Milli Park Şefliği'nin olumlu görüş bildirmesiyle anıt ağaç ilan edildi.
Yaşı 400 yılın üstünde olduğu tahmin edilen, 25 metre tepe çapı bulunan, 27 metre yüksekliğinde ve 4.75 metre çapındaki anıt ağaç doğal SİT kapsamına da alınarak, gövdesinden itibaren 25 metrelik alanın, koruma alanı olarak belirlenmesine karar verildi.

27 Kasım 2007 Salı

"BİR TÜRK´ÜN ÖLÜMÜ..." Ahmet Taner`den


Tanıdığımda adı Nicole´dü.
Sevgisi uğruna, doğduğu toprakları, ailesini, alışkanlıklarını, sınırsız dostlarını bırakıp Türkiye´ye geldiğinde de adını değiştirmemişti. 25 yıllık geçmişi ile köprüleri atmış, ama adını ve dinini korumuştu...
Kışlalı soyadını alışının ikinci yılındaydı... Altınay´a hamileliğinin de son aylarında... Gözlerinden taşan bir mutlulukla kapıda karşılamıştı beni:
- Hem Türk, hem Müslüman olmak istiyorum... Ben Tanrı´ya inanırım. Senin Tanrın ile benimki farklı değil ki!.. Çocuklarımız iki toplum arasında kalmamalı. Ben de her şeyi seninle, onlarla ve bu toprakların insanlarıyla paylaşabilmeliyim.
Meğer yakın arkadaşlarımla birlikte müftüye gidip konuşmuş. İsmini bile seçmiş. Ama sabredememiş “sürpriz”inin sonuna kadar...
O gece “kelime-i şahadet”i sabırla ezberledi. Heyecandan uyuyamadı. Ertesi sabah müftünün yanından çıkarken, elinde artık “Nilgün Kışlalı” olduğunu kanıtlayan bir belge vardı.
Ankara Müftülüğü´nün mühürlü kağıdını anne ve babama göstermek için merdivenleri ikişer ikişer atlayarak çıkarken çok mutluydu. Çünkü bunun onlar için taşıdığı anlamı biliyordu.
Annemle babam ağlarken, O da gözyaşları içindeydi.
o o o
Her zaman çalıştı.
Sekreterlik yaptı. Mağaza yönetti. Halkla ilişkiler sorumluluğu taşıdı. Protokol danışmanlığı üstlendi... Hem evde çalıştı, hem dışarda.
Yaptığı iş ne olursa olsun, çalışmaktan hep onur duydu... Her yaptığı işe yüreğini verdi. Hep başarılı oldu...
Kocası bakanken, 86 metrekarelik sosyal meskeninin bulunduğu binanın merdivenlerini sabunlu sularla silerdi...
Komşular hayretler içindeydi. Ama O bundan değil, ancak, gelen yabancı konukların Türklerin temizliği ile ilgili düşüncelerinden utanırdı.
Bütün insanları severdi. Ama O, artık “biz Türkler”den biriydi; “onlar”dan değil.
o o o
Ulusal günlerde pencereye bayrak asar; Altınay ile Dolunay´a, büyük bir heyecanla Atatürk´ün büyüklüğünü anlatmaya çalışırdı.
Dinsel geleneklere uymak için çaba gösterirdi.
Sorunu olduğunda, içi sıkıldığında Hacıbayram´a gider dua ederdi. Türkçe olarak, içinden geldiği gibi...
Ama benzer bir gereksinmeyi yurtdışında da duyduğunda, aynı rahatlık ve gönül huzuru ile güzel bir kiliseye gidip mum dikmekten de çekinmezdi... Ve duasını gene kendine göre yapardı. Çoğunlukla da Türkçe olarak.
Onun için din, inanç ve iyilik demekti.
Oruç tutar, kurban keser, herkesin yardımına koşardı...
o o o
Bir yurtdışı resmi gezi dönüşümde, her zamanki gibi uçağın merdivenlerinin ucundaydı. Güneş gözlükleri ile saklanmaya çalışılan kızarmış, şişkin gözler. Dudaklarında zorlama bir gülümseme.
“Ahmet boşanalım” dedi, “benim yüzümden senin siyasal kariyerini yıkacaklar!”
Meğer sağcı basın yokluğumda bir kampanya başlatmış.
“Kültür Bakanı´nın Hıristiyan karısı” neler yapmış neler... Koca bakanlığı Hıristiyanlık için kullanan O. Hatta müzelerdeki ikonaları çaldırtıp yurtdışına kaçırtan da O...
Evinde yabancı bir kültüre “teslim olmuş” bir Kültür Bakanı.
Sekiz sütun “haberler”... Ve zihnimden silinmeyen köşe yazılarından örnekler... “İkonalar ve Kokonalar”, “Madam Kislali”, daha niceleri...
Nilgün, bana saldırmak için niçin kendisini kullanmaya çalıştıklarını bir türlü anlayamıyordu... Türk ve Müslüman doğmuş olmak, bunları kendi istenci ile benimsemiş olmaktan daha mı önemliydi?
o o o
Sevgi doluydu.
Çiçekleri, ağaçları, kelebekleri severdi... Kuşları, köpekleri, kedileri severdi... Çocukları, yaşlıları severdi... Tanrı´yı severdi, Atatürk´ü severdi...
“İnsan”ı severdi.
Bir hastanedeki umutsuz hastaları her gün ziyaret etmeyi; onları neşelendirmeyi, onlara umut dağıtmayı; paylaştığı acıları içine gömüp, gözyaşlarını eve saklamayı severdi.
Bakanlarla, büyükelçilerle, generallerle, çok ünlü yazarlarla, bilim adamları ile de arkadaştı... Kapıcılarla, bekçilerle, çaycılarla, şoförlerle, işçilerle, koruma polisleri ile de arkadaştı.
O bir “insan”dı...
28 yılını benimle paylaştığı için çok mutlu olduğum, kendimi şanslı saydığım, kendisiyle övündüğüm bir insan.
o o o
Piaf’ı ve Pavarotti´yi de beğenirdi, Sezen´i ve Gürses´i de.
Dev tenorun olağanüstü sesini, araba dağlardan geçerken, çok yüksek tonda dinlemekten hoşlanırdı. Ölüme yaklaştığımız dakikalarda ise, kasetçalardan süzülüp içimizde bir şeyleri titreten müziğin sözleri kulaklarımdan bir türlü gitmiyor:
“Yine mevsimler geçecek / Yine yapraklar düşecek / Giden sevgililer geri gelmeyecek...”
o o o
Nedense bana hiç söylememişti.
Türk bayrağı ile gömülmek istediğini ilk kez dostum Şahin Mengü´ye açmış. O “olamayacağını” ne kadar anlatmaya çalıştıysa da vazgeçmemiş. Başka dostlara da bu “rica”sını iletmiş...
Sevgili Mehmet Açıktan, tabutun bir kenarına bayrak eklemeyi başarmıştı... Nilgün toprağa verilirken, Altınay ile Dolunay, bir bayrağı da kefenin üzerine koymayı başardılar...
Fransız ana-babanın Bordolu Türk kızı şimdi Ankara´da yatıyor.
Ve de benim kalbimde...
Ahmet Taner KISLALI

26 Kasım 2007 Pazartesi

DEMOKRASIYE SIGAN HERSEY ACABA INSANLIGA DA SIGIYOR MU ?


A. Ihsan Karahanoglu.


Vakit gazetesinden bir zat. Bir yazar.
Okuyan bir okumayan bin pisman tarzindan.


Bunlarin din uzerinden siyaset yaptiklarina cokca tanik olmustuk ta bu defa durum biraz farkli.


Karahanoglu`nun hedefinde bu defa Tuncay Ozkan onculugunde baslatilan Biz Kac Kisiyiz platformu uyeleri ve sehitlerimiz var.


Daha fazla uzatmadan, sizlere sehitler uzerinden yapilmis ucuz ve alcak siyasetin bir ornegini aynen aktariyorum:


''Biz kaç kişiyiz''ciler; siz ''sıfır'' kişisiniz!


Yaklaşık 2 ay oldu...
Bir-iki defa da, o günün rakamları ile yazının taslağını oluşturdum, ama daha aktüel bir konu çıkınca, bir kenara atıverdim.
Şimdi, kampanyaya katılanların sayısı daha da yükselmiş..
Kampanya sahipleri, benim eleştirel bakış açıma göre daha avantajlı duruma geçtiler.."Ne anlatıyorsun böyle kendi kendine?. Hangi kampanyadan bahsediyorsun? Sadede gel artık" diyorsunuz değil mi?
Dedik ya, taslağı iki defa yaptık, sonra kenara attık ama, bilinçaltımızda, sanki siz de okudunuz diye yer edinmiş.. Lop diye girdik konuya..
Konu ne?
Kanaltürk televizyonunda, iki ayı aşkın süredir bir kampanya var.."Biz kaç kişiyiz" kampanyası..
"Gel vatandaş, gel.. Bize katıl. Cumhuriyet düşmanlarına kendimizi gösterelim" diyorlar..
Aslında "Bu ülkenin sahipleri bizleriz. Yöneticiler, bizim dediğimizi dinlemek zorundalar" mesajı vermek istiyorlar açıktan açığa!Sandıktan çıkamadılar ama, işte böyle kampanyalarla kafa karıştıracaklar!
"Vay bee.. Adamlar 1 milyon kişiye ulaşmışlar. Bir seçim olsa, silip süpürecekler ha!" havası oluşturacaklar!Aslanlarım benim..
Sizin (CHP olarak) zaten sandıktan çıkan, 6 milyonu aşkın oyunuz var.. Böyle kafa karıştırma oyunlarıyla, kendi lehinize rüzgar mı estireceğinizi sanıyorsunuz?
Önemli olan 1 milyon rakamı değil..
O oluşuma katkıda bulunanların nitelikleri..Eskiler keyfiyet derlerdi..Kemiyet değil, keyfiyet önemli yani..
O kampanyaya katılanlar, bu ülke için ne yapmışlar, o önemli!
Ne demek mi istiyorum?Basit bir soru ile açalım konuyu..
Kampanyaya katılanlar, matematiksel olarak 700 bini devirmişler, 710 bine ulaşmışlar, anladık!Ama bu ülke için fedakârlıkta bulunanların; örneğin canını verenlerin, şehid olanların içinde kaç kişisiniz siz?
Öyle kuru kalabalık ile olmaz bu işler..
Televizyon ekranlarından, sabahtan akşama kadar istismar ettiğiniz şehidler açısından bir bakalım tartışmaya: "Siz kaç kişisiniz?" Kaç kişi olduklarını nasıl anlayacağız? Merak etmeyin, basit bir oranlama ile anlaşılır gerçek..
Son iki ayda 50 askerimizi şehid verdik. 50 değişik aileden, şehidimiz var..Bir aileyi, anne-baba-çocuk unsurları ile düşündüğümüzde; Türkiye'de toplam 18 milyon aile var..
Son iki ayda verdiğimiz 50 şehid sayısı üzerinden hesaplanırsa, Türkiye'deki her 360 bin aileden bir tanesi şehid vermiş demektir."Biz kaç kişiyiz" kampanyasına 710 bin kişi katıldığına ve her 360 bin aileye bir şehid düştüğüne göre, "Biz kaç kişiyiz" kampanyasına katılanların ailelerinden de iki tane şehid çıkması gerekir.
Ben şehidlerin tümünün listesini önüme koydum. Soyad esasına göre, "biz kaç kişiyiz"in sitesinden arama yaptım. İlgili şehirlerden taradım. Değil iki; şehidlerin soyadını taşıyan, onların birinci derece akrabası konumunda bir tane bile katılımcı göremedim.
Ve şu sonuca ulaştım. "Biz kaç kişiyiz"' katılımcıları, bu ülkenin ezasını/sıkıntısını çekenler değil, sefasını sürmek isteyenler olmalı!
Öyle ya, hesaplamalara göre, 710 bin kişilik insan grubunun içinden iki; hadi ikiden vazgeçtik, en azından bir tane şehid çıkması gerekirken, o gruptan çıkan şehid sayısı "sıfır" ise.. o gruptan bir tane bile şehid çıkmamış ise; "biz kaç kişiyiz" diye kampanya düzenleyenler 1 milyon katılıma da ulaşsalar, kimseye caka satamazlar!.
Önemli olan, bu ülke için canını verenler içinde "siz kaç kişi"siniz, onu söyleyin.. Hesap ortada, sıfır kişisiniz; "sıfır"! Gerisi, kuru gürültüden ibarettir!"


Okurken tuyleriniz diken diken olmadiysa bu yobazdan ne farkiniz kaldi, soyler misiniz ?
Simdiden liberal, entel aydinlarin soylediklerini duyar gibiyim:
"Bu dusunce sahipleri demokrasimizin bir geregi, demokrasiyi icinize sindirmelisiniz!"
Peki ama insanligin gereklerine ne oldu?
Var mi bir bilen?

25 Kasım 2007 Pazar

Bir Pazar Siiri

ŞEHİTLER

Şehitler, Kuvâyi Milliye şehitleri,
mezardan çıkmanın vaktidir!

Şehitler, Kuvâyi Milliye şehitleri,
Sakarya'da, İnönü'nde, Afyon'dakiler
Dumlupınar'dakiler de elbet
ve de Aydın'da, Antep'te vurulup düşenler,
siz toprak altında ulu köklerimizsiniz
yatarsınız al kanlar içinde.

Şehitler, Kuvâyi Milliye şehitleri,
siz toprak altında derin uykudayken
düşmanı çağırdılar,
satıldık, uyanın!

Biz toprak üstünde derin uykulardayız,
kalkıp uyandırın bizi!
uyandırın bizi!

Şehitler, Kuvâyi Milliye şehitleri,
mezardan çıkmanın vaktidir!

N.Hikmet RAN, 1959

14 Kasım 2007 Çarşamba

Yorumsuz !


Soldan sağa: Celal Talabani, Abdullah Öcalan, Mehdi Zana ve Ahmet Türk...

10 Kasım 2007 Cumartesi

ÖZLEMLE ANIYORUZ


"Ben, manevi miras olarak, hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum.


Benim manevi mirasım bilim ve akıldır.


Zaman süratle ilerliyor, milletlerin, toplumların, kişilerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor.


Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişimini inkar etmek olur.


Benim Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır.


Benden sonra, beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevi mirasçılarım olurlar."


Mustafa Kemal ATATÜRK

7 Kasım 2007 Çarşamba

Büyük Takım Küçük Başkan


Ben Fenerbahçe’liyim.

Beni tanıyan herkes bunu iyi bilir.

Ama bugün ilk defa başka bir takım için yazıyorum.

Konu, Beşiktaş.

Armaya dikkat ettiyseniz, 1903 yazar. Ayrıca armasında Türk Bayrağı’nı bulunduran tek kulüptür.

Bu yazıyı kaleme almamın sebebi, yüz yıllık tarihi olan bu kulübün bugünkü Başkanı Yıldırım Demirören.

Dün gece Beşiktaş, Anfield Road’ta, Liverpool karşısında Şampiyonlar Ligi tarihinin en ağır yenilgisini aldı: 8 – 0.

Yalnızca on beş gün önce, İnönü Stadı’nı, Liverpool takımına dar eden Beşiktaş’a ne oldu da bugün evine başı önde geliyor ?

Bugün herkes, başta teknik direktör Ertuğrul Sağlam olmak üzere tüm futbolcuları ipe astılar. Oysa aynı otoriteler sadece iki hafta önce, bugün astıklarını, yere göğe sığdıramamışlardı.

Elbette 8 – 0 gibi bir skorun alınmasında onlar da pay sahibi. Ama bana kalırsa bu durumun en büyük sorumlusu Yıldırım Demirören’dir.

Hafta sonu kaybedilen Fenerbahçe derbisinden sonra yaptığı tarihi densiz açıklamalar ile takımının İngiltere’den başı öne eğik gelmesinin zeminini hazırlamış olduğunun farkında bile değildir.

Çünkü Sayın Demirören’e 104 yıllık tarihi olan Beşiktaş Spor Kulübü gömleği bol gelmiştir.

İçinde komik duruyor.

Ama Siz, Beşiktaş kongre üyeleri, sadece çok parası olan birini bu koltuk için yeterli buluyorsanız, büyük yanlış yaparsınız.

Sivas maçına nasıl bir kadro ile çıkacağınızı, bugün doya doya tartışın.

Zamanıdır!

Bende bir Fenerbahçe’li olarak, o büyük takımdan geriye kalan tek kalan unsurun, her zaman olduğu gibi büyük taraftarı olduğu gerçeğini unutmadan, çalışmalarınızı! yakından takip etmeye devam edeceğim.

Büyük Beşiktaş’a yakışan bir başkanı takımın başına getirmeniz ümidiyle…