29 Kasım 2008 Cumartesi

Tandoğan Sendromu

Pek ama pek çok kişi için, Tandoğan, Ankara’da bir meydan adının ötesinde bir anlam ifade etmeyebilir. Hele hele, kimse, bir kentin meydanlarının adının nereden geldiğini merak edip öğrenmediğine göre.
Onun için bir açıklama ile başlamakta yarar var. Nevzat Tandoğan, 1929-46 yılları arasında, Ankara valisi olan, dönemin çok ünlü ve pek de ceberut kişisi olan zattır.
1930 yılından itibaren, tek parti rejiminde, devletin içişleri bakanı, tek parti CHP’nin genel sekreteri, valisi de, başında bulunduğu ilin il başkanı sıfatını taşıdığına göre, merhum Nevzat Tandoğan da iki şapkası olan bir yöneticiydi.
Tandoğan, 1946 yılında Kazım Orbay’ın oğlu Haşmet Orbay’ın sonunda suçlu bulunarak 20 yıl hapis cezasına çarptırıldığı davada tanık olarak ifade vermesinin ertesi günü intihar etti.
Bu olayla ilgili en geniş ve en doğru bilgiyi, Altan Öymen’in “Bir Dönem Bir Çocuk” kitabında bulmak mümkündür.
Nevzat Tandoğan’ın, bir solcuyu sorgularken söylediği ileri sürülen şu sözleri çok ünlüdür:
- Ne komünizmi yahu! Bu memlekete komünizm gerekirse onu da biz getiririz.
Bu sözlerin gerçekten söylenip söylenmediğini bilmiyorum, ama yakıştırma bile olsa çok güzel yansıtıyor bir dönemi ve zihniyetini.
“Ne gerekiyorsa biz yaparız, başkasına gerek yok” zihniyetini ifade etmek istedim, Nevzat Tandoğan Sendromu derken.
***
Sayın Baykal’ın ani bir ilhamla mı, yoksa uzun düşüncelerin sonucu mu olduğunu bilmediğim ama örgüte danışmadan, tabandan demokratik tartışmayla geliştirilmediği kesin olan çarşafa, bir oku da, laiklik olan altı oklu parti rozeti takma politikası bana Tandoğan Sendromu’nu anımsattı.
Kısacası Sayın Baykal, iç ve dış kamuoyuna, cümle âleme şunu mu söylemek istiyor acaba:
- Ilımlı İslam gerekiyorsa, başkasına gerek yok, onu da biz yaparız.
DAHA ÖNCE DE BELİRTTİM, LAİKLER İLE BAŞÖRTÜLÜLERİN BİR ALIP VEREMEDİKLERİ YOK, BAZILARININ BAŞÖRTÜSÜNE TÜRBAN ADINI VERİP ONU KAMU ALANINA ZORLA SOKMAYA ÇALIŞMALARINDAN ÖNCE TÜRKİYE’DE BİR BAŞÖRTÜSÜ SORUNU DA YOKTU, ŞİMDİ DE YOK; ŞİMDİ VAR OLAN TÜRBAN SORUNU. KAVRAMLARI BİRBİRİNE KARIŞTIRMAYALIM.
Ama bütün bu belirttiklerim, çarşafa gösterişle parti rozeti takılmasını, yakınlarını çarşafla kapattıktan sonra, “kadının yeri evidir” diyen zihniyetin belediye başkan adayı olarak gösterilmesinin ardından bir de bunun gösteri vesilesi yapılmasını haklı göstermiyor.
Üstelik de daha önce de belirttiğim gibi, CHP’nin altmış yıl önce de denediği bu yol kendisine oy da sağlamıyor.
Nafile gösteriler, imajı zedeliyor, kimse de aslı varken taklidine itibar edeceğe benzemiyor.
***
Üstelik, pek kendine özgü bir kişi olan Türkiye-AB Karma Komisyonu Eşbaşkanı Joost Lagendijk bile bakın ne diyor:
- Türban ile çarşaf arasında çok büyük bir fark olduğunu, çarşafın türban kadar masum bir şey olmadığını düşünüyorum. Çarşaf kadınları ayaklarına kadar örtü içine sokuyor. Türbanla karşılaştırılmayacak ölçüde bir simge olarak görüyorum.
Lagendijk, yine de Baykal’ı destekliyor ve bu konuda cesaretle ilerlemesini istiyor.
Artık dini politikaya alet edenlere elini veren Baykal kolunu alamayacak, yeni açılımlara zorlanacak.
- Kendi partinin üyeliğine layık gördüğünün daha hafif örtünmüşünü nasıl üniversiteye gitmekten alıkoyabilirsin, diyebilecekler Baykal’a.
Bu çıkışı yapanlar tepeden tırnağa da haklı olacaklar.
Baykal artık Anayasa Mahkemesi’ne başvurularını ve Yüksek Mahkeme’nin kararlarını da savunamayacak.
Ama belki de savunmaya da niyeti yoktu. Belki de artık, laiklik konusunda yeni bir yol tutacak ve neo-laik, (yeni laik) veya quasi-laik (laik benzeri) veya daha beteri pseudo-laik (sahte laik) bir çizgi tutturarak bütün dünyaya ima yoluyla da olsa şunu söyleyecek:
- Ilımlı İslam gerekiyorsa, onu da biz yaparız, başkasına gerek yok!
Bakalım Tandoğan Sendromu CHP’yi kurtarmaya yetecek mi?

Ali Sirmen
29 Kasım 2008 - Cumhuriyet

28 Kasım 2008 Cuma

Deniz Feneri: Tam Yol İleri!..

Deniz feneri kepazeliği tam yol devam ediyor!..
Almanya’da karar alınalı aylar oldu, gerekçeli karar da açıklandı, suçlular cezasını çekmeye başladı, Alman savcı ve hâkim açık açık “Asıl failler Türkiye’de” diyerek adres de gösterdi, ama Deniz Feneri davası dosyası hâlâ Ankara’ya, Adalet Bakanlığı’na ulaşmadı!..
- İnşallah, yerel seçimler bitsin, sonrası Allah kerim!..
Deniz Feneri kepazeliğinin Türkiye’deki “asıl failleri” olarak gösterilen isimler kimlerdi? Kanal 7 Yönetim Kurulu Başkanı Zekeriya Karaman ve Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) Başkanı Zahid Akman ile iki üç daha küçük çapta isim... Almanya’da RTÜK Başkanı ile ilgili bir dolandırıcılık davası açıldığını biliyorsunuz. Ama Zahid Bey hiç oralı değil, aslanlar gibi başkanlık yapmayı sürdürüyor!..
Zekeriya Karaman’a gelince; o ve Kanal 7 kadrosundan İsmail Karahan önceki gün İstanbul Adliyesi’nde, cumhuriyet savcısının karşısında sorgudaydı. Peki, konu neydi?.
- Sahte vekâletname!..
***
Önce sahtecilik olayını anımsayalım:
Deniz Feneri dolandırıcılığının manşetlerden inmediği günlerde Vatan gazetesi gerçekten müthiş bir gazetecilik başarısına imza atmış ve inanılması güç bir sahtekârlığı gün ışığına çıkarmıştı. Deniz Feneri Almanya davasının bir numaralı sanığı olarak yargılanan Mehmet Gürhan, aynı sıralarda Kanal 7’nin patronu Zekeriya Karaman’ı İstanbul’da bir noter aracılığı ile Türkiye’deki tüm işlemleri için vekil tayin etmişti. Ne var bunda, herkes herkesi dilediği gibi vekil tayin edebilir, diyeceksiniz. Mehmet Gürhan edemezdi, çünkü vekâletnamenin üzerinde yazılı olan tarihte Almanya’da hapisteydi!!! Yani Gürhan’ın hapishaneden çıkıp, Türkiye’ye gelmesi, vekâletnameyi verip tekrar Almanya’ya hapishaneye dönmesi fiziksel ve de yasal olarak mümkün değildi!..
Pekii, elde etmek için böylesine bir sahtekârlığın göze alındığı vekâletname ne işe yaradı?.. Zekeriya Karaman o vekâletnameyle Mehmet Gürhan’ın Haliç Deniz Taşımacılığı ve Turizm şirketindeki hisselerini yakın adamı İsmail Karahan’a devretti.
Pekii, işlemleri kim yaptı?. Patron Karaman’ın ifadesiyle yanıt verelim: Zekeriya Karaman, “Eyüp’te kendilerine daha yakın bir noter olmasına rağmen eskiden beri çalıştıkları İstanbul 10. Noteri’ni işyerine davet ettiklerini, bunun yasal bir sakıncası olmadığını” söylüyor..
Yani şöyle olmuş oluyor: Zekeriya Karaman, eskiden beri tanıdığı İstanbul 10. Noteri İsmet Büyükkılıç’ı işyerine davet ediyor ve işlemler tamamına eriveriyor!.. Bu arada söz konusu noter bey için kovuşturma yapılacak ama Adalet Bakanlığı’ndan hâlâ izin verilmiş değil!..
Ama bence İstanbul Adliyesi’ndeki sorgulamanın zirve noktası, Zekeriya Karaman’ın bu vekâletnameye nasıl ulaştığını anlattığı bölümdü:
- Masamda buldum!!!
Karaman, vekâletnameyi cami avlusunda bulduğunu söyleseydi herhalde çok daha inandırıcı olurdu!..
***
Gördüğünüz gibi Deniz Feneri dosyası “elbirliği” ile faili meçhule doğru doludizgin ilerliyor!..
Almanya’dan dosya bir türlü gelmiyor. Adalet Bakanı, sahteciliğin göbeğinde yer aldığı iddia edilen noter için kovuşturma iznini bir türlü vermiyor... Sahte vekâletnameyle devredilen hisselerin akıbeti ne olacak bilinmiyor… Deniz Feneri’nin asıl failleri ellerini kollarını sallayarak “büyük ve önemli” işlerini sürdürüyor…
Haa, bu arada Deniz Feneri Derneği Kurban Bayramı’nda derileri iç etmek, pardon toplamak için dev ilanlarla harıl harıl çalışmayı sürdürüyor. İlanlarda ve internet sitesinde en çarpıcı bölüm, insanların adeta gözüne sokuluyor:
- Bakanlar Kurulu kararıyla kamu yararına çalışan ve izin almadan yardım toplayabilen dernektir..
Hayırlara vesile olsun inşallah!..

Ümit Zileli
28 Kasım 2008 - Cumhuriyet

26 Kasım 2008 Çarşamba

Gül’ün söyleyemediği neydi?

Geçen hafta Hakkari’den gelen bir heyete:
Ben burada söyleyemeyeceğim şeyleri de düşünüyorum. Hatta sizin de bana söylemek isteyip söyleyemediğiniz şeyleri biliyorum ve size katılıyorum” sözleri ile Cumhurbaşkanı’nın ne demek istediğini anlamaya çalışıyor bütün Türkiye.

Gülmeyin..

Ben, Abdullah Gül’ün yerinde olmak istemezdim!

Müthiş bir gerilemenin en büyük ve en tepedeki bu temsilcisine haddim olmayarak acıyorum açıkçası.

Düşündüğünü söyleyemediği bir ülkede hem de Cumhurbaşkanı sıfatıyla yaşamak zorunda o.

Sonu gelmiştir dediği cumhuriyetin en tepesinde!

Zor olmalıdır herhalde, inanmadığı, içine bir türlü sindiremediği bir kavramın en büyük temsilcisi olmak.

27 Kasım 1995 tarihinde, The Guardian gazetesinde yayımlanan aşağıdaki şu sözler Sayın Abdullah Gül'e aitti: "Cumhuriyet döneminin sonu gelmiştir. Eğer Ankara'nın yüzde 60'ı gecekonduda oturuyorsa bu laik sistemin başarısız olduğu anlamına gelir ki, biz de onu kesinlikle değiştirmek istiyoruz..."

Tam 13 yıl önce bunları söyledi sizin Cumhurbaşkanı’nız!

Bugün ise Hakkari heyetine söylediklerini anlamaya çalışıyorsunuz.

Yineliyorum; ben, Abdullah Gül’ün yerinde olmak istemezdim!

En açık biçimde ifade etmesine rağmen ne demek istediğini anlayamayan bir cumhurun başındaki isim o.

Cumhurbaşkanı seçildikten bir gün sonra Ertuğrul Özkök ne yazmıştı, ha-tırlatıyorum:

İkinci Cumhuriyetin Birinci Cumhurbaşkanı

Şimdi söyler misiniz, Gül’ün hala söyleyemediği bir şeyi kaldığına gerçekten inanıyor musunuz ?

Kemalist Devrimden Dönüş Olanaksızdır...

Vakit gazetesi köşe yazarlarından Hüseyin Üzmez’i artık tanımayan yok...
Özelliği ne?..
Üzmez, evliyken, ikinci hanım dostunun 14 yaşındaki kızına sarkıyor...
Kız direnince kıyamet kopuyor...
*
Ne var ki bu kıyamet içinde Hüseyin Üzmez kendisini savunurken yaptığı işin şeriata uyduğunu da anımsatmaktan geri kalmadı...
Oysa ülkemizde ılımlı İslam devleti modeline sıcak bakan kesimden niceleri bile bu konuda Üzmez’in eylemini nasıl vurgulamıştı:
“- Tiksindirici..”
“- İğrenç..”
Çağdaş ahlak koşulları açısından Hüseyin Üzmez’in tutumuna gösterilen tepki yerli yerindedir...
Peki, bu tepkinin içeriğindeki yaklaşım, şeriatla ne ölçüde bağdaşıyor?..
Yoksa gerçekten şeriata ters mi düşüyor?..
*
1926’ya dek ülkemizde kadına, evliliğe, evlenme yaşına, aileye yaklaşımı saptayan kurallar şeriata dayanıyordu...
Erkek egemenliğinin dibi yoktu...
1926’da ne oldu?..
‘Medeni Kanun’, öteki adıyla ‘Yurttaşlar Yasası’ çıkarıldı...
Ne demek bu?..
Adıyla sanıyla ‘Kemalizm’ demek...
Kemalizm kadın-erkek ilişkisinde Kuran’a dayanan şeriat yasalarının kaldırılması demek...
Kadın-erkek eşitliğinin benimsenmesi demek...
Erkeğin ‘boş ol’ diyerek kadını kapının önüne koymasını yasaklamak demek...
Dört karıyla evlenme yetkisinin tarihe gömülmesi demek...
Kız çocuğunun evlenme yaşının çağdaş uygarlığın ölçülerine göre saptanması demek...
Kemalizm miras hukukunda kadının erkek kadar pay sahibi olması demek...
*
Hüseyin Üzmez kendisini şeriata dayanarak savunmaya çalışıyor; karşı çıkanlar ise ister istemez Kemalizme dayanıyorlar..
Ancak yaptıkları işin tarihsel içeriğini saptamakta bilinçsiz ve yetersizdirler...
Türkiye’de kadın-erkek eşitliğini savunan herkes Kemalizme hizmet ediyor demektir...
Şeriat hukukunun içeriğinden biraz haberli olanlar, Kemalizmin kaçınılmazlığını algılayabilirler...
Türkiye “Ilımlı İslam Devleti Modeli”ni benimseyebilecek insanların yaşadığı bir ülke değil...
Yakın gelecekte dost da düşman da bu Türkiye gerçeğini şu ya da bu biçimde anlayacaktır...

İlhan Selçuk

25 Kasım 2008 Salı

Uyandırın

Fethullah Hoca, bu kadar dindarlığına rağmen HACI değildir.
Mekke’ye Medine’ye gidemez.
Neden mi? Şeriat kanunlarına göre Fethullah hoca ŞEYH statüsüne
soyunduğundan ve müritleri olduğundan Suudi Arabistan sınırları
içerisinde ele geçirilirse hemen katledilir.
Çünkü; Islamiyette, şeriatta ve Kur'an da şeyhlere ve/veya tarikat
liderlerine yer yoktur.
Özetle Allah ile kul arasına kimse giremez!!
BUGÜNÜN YOĞUN GÜNDEMİNDE ÖNEMİ DAHA DA ARTTI.
Uyandırın!
Korkmayın heryerde konuşun, konuyu siz açın
Takside taksiciye konuşun
Apartmanda kapıcıya konuşun
Sakallı gazete bayinize konuşun
Eve gelen gündelikçiye konuşun.
Anlatın eğer Fethullah dindarsa peygamber gibi ise
neden Amerika'da yaşıyor ?
neden Mekke'de Kabe yakınlarında bir malikanede değil de
Amerika'da FBI çiftliğinde.
Söyleyin bu zat değilmiydi 25 yıl o cami senin bu cami
benim salya sümük ağlayarak FAİZ haram diyen ?
sorun kapıcınıza peki BANK ASYA nedir ?
Önce alıştırmanız gerekir.
Görüntüye.
Seslere.
Hareketlere.
Sessizliğe.
Çevrenizde olup bitenlere.
Yavaş yavaş alıştırırsınız.
Alışırlar.
Türbana.
Çarşafa, peçeye.
Taşyapı'ya.
Oğulların gemilerinin olmasına.
Çocukların televizyon kurmasına.
Yakınların yolsuzluklarına.
Sevgililere alınan evlere.
Çokeşliliğe.
Erkeklerin, kadınların ayrı ayrı oturmasına.
Ramazanda öğle yemeği verilmemesine.
Beyaz takkeyle gezenlere.
Hem de öyle alışırsınız ki size çok doğal gelmeye
başlar.
Bizde böyle deyip geçmeye başlarsınız.
'Galiba demokrasi bu da biz mi anlamıyoruz?' diye
kuşkulanırsınız.
Sonra da uyuşursunuz.
Yavaş yavaş uyuşursunuz.
İçinizden bile tepki duymaz olursunuz.
'En az üç çocuk yapın' derler, dinler geçersiniz.
'Bizi azaltmaya çalışıyorlar' derler, gülme duygunuz
bile kaybolmuştur.
'Batı'nın ahlaksızlığını aldık' derler, öyle dinler
durursunuz.
Uyuşturmuşlardır sizi.
Bir yandan Çanakkale zaferini kutlarsınız.
Öte yandan Çanakkale savaşını yıllar sonra
kaybettiğinizi bile fark etmezsiniz.
Başbakanınız planlarını Amerika'ya açıklar.
Siz burdan dinlersiniz.
Amerika Ankara'yı işgal etmektedir.
Siz İngilizce öğrenmeye çalışırken durumu
göremezsiniz.
***
Alışırsınız ve uyuşursunuz.
Geçmişe dalıp gitmişken,
geleceği kaybetmekte olduğunuzu fark edemezsiniz.
Plan da bunun için yapılmıştır.
Önce alıştırma.
Sonra uyuşturma.
Yüzünüze demokrasi derler, arkanızdan gülerler.
Yüzünüze çokkültürlülük derler, arkanızdan bölerler.
Yüzünüze değişim derler, arkanızdan soyarlar.
Yüzünüze gelişim derler, arkanızdan bakarlar.
Alışırsınız.
Uyuşursunuz.
Tehlikenin farkında mısınız?
Önce Alıştırma - Sonra Uyuşturma...

PROF. DR. ERDAL ATABEK

22 Kasım 2008 Cumartesi

Kaybedenler Kazananlar - Güncel

Kazananlar-kaybedenler listesi hayli kalabalık.
Bush kaybetti, Obama kazandı.
Finans dünyası kaybetti, global kriz kazandı.
RTE IMF’ye açtığı savaşı kaybetti, IMF kazandı.
Ve... 80 yıla yakın sürede devrimleri kemiren irtica virüsünün; çoğu zaman sinsi, kimi zaman açık sürdürdüğü savaşım sonunda:
Çarşaf kazandı, kılık kıyafet devrimi kaybetti.
***
Bir tören ve yığın yığın gerekçe:
Belli başlıları; “Siyaseti artık yukarıya çekelim, kimseyi kılığıyla, kıyafetiyle yargılamayalım... Kültür muhafazakârlığıyla siyasi tercihi ayıralım...”
Çarşafa bünyende yer vermeyi bu gerekçelere dayadın mı; üniversitelerde ve kamusal alanda türbana neden karşı çıktığını, bugün söylediğini dün niçin yerine getirmediğini, önceleri kültür muhafazakârlığıyla siyasal tercihi birbirinden neden ayırmadığını, ülkeyi bir baştan öteki başa yıllardır niçin çalkantılara bıraktığını sormazlar mı?
Dön dolaş AKP’nin insanların kılık kıyafeti ile uğraşılmamasını savunan politikalarına yanaş. Birdenbire kılık kıyafet konusunda AKP ile aynı doğrultuda olduğunu ifade eden açıklamalar yap!
Olmaması gerekirdi; ama oldu.
***
Bugün kimseyi kılık kıyafeti ile yargılamayalım dedin mi, dedin; çağdaş yaşama karşı kapanmayı savunan gericileri tutamazsın gayri. Yeri ve zamanı gelir, üniversitelerde de kamu alanında da türbana şapka çıkar derler.
Sözcülerinden Mustafa Özyürek, CHP’nin anlayış ve tutumunda hiçbir değişiklik yok, diyor. Ancak bu türden söylemlerle saf partilileri, yeniden seçilmeme tehlikesini göze alamayan milletvekillerini kandırabilir, inandırabilirsin.
Evet ama; kara çarşaflıya başköşede itibar göstermenin arkasında yatan gerçek nedir? İstanbul İl Başkanı’nın dâhiyane buluşuyla yerel seçimlerde varoşlardaki kara çarşafla türbanı kazanmak!
Partiye üye olan kara çarşaflının “zincirlerini ve bir kuşatmayı kırdığı” gibi söylemlerin ne ölçüde değeri olduğunu Mart 2009’da hep birlikte göreceğiz.
Atatürk’ün kadını ayrımsız insan yapan devrimini bir hamlede çöpe at, kara çarşafı ödüllendir! Batılı kalmaya direnenlerin diliyle bravo, din diliyle alkışlayanların söylemiyle maşallah!
Gericiler, şeriatçılar, laiklik karşıtları göğüslerinde CHP rozetli kara çarşaflıları gördükçe ellerini göğe kaldırıp “Bize bugünleri de gösterdin Yarabbi!” diye dua ediyor olmalılar. Mustafa Kemal’ler ise “Bugünleri de görecek miydik?” diye içlerine kapanıyorlar.
***
Kara çarşafın devrimleri koruyup kollayan bir siyasi partiye üye olmasını daha çok dincilikten laikliğe dönen Ahmet Hakan gibilerle, “CHP şayet ideoloji partisi değil, kitle partisi ise kara çarşafı kucaklamasını doğru bulan” -örneğin Kocaeli Üniversitesi’nden Prof. Fuat Keyman gibi- bilim adamları destekliyor.
AKP yandaşı olan -örneğin Fehmi Koru gibi- kimi yazarlar ise çarşaf olayını yerel seçimle ilgili bir oyun olarak görüyor.
TV’lerden biri kamerayı sokağa çıkardı; türbanlı, kapalı, hatta çarşaflı kadınlara CHP üyeliğini sordu.
Yüzleri gülüyor. Nihayet türbana, çarşafa karşı çıkan bir partinin dönüp dolaşıp gerçeği gördüğünü dolaylı biçimde ifade ediyorlar.
***
Atatürk’ün yanında tam 12 yıl gece gündüz -kendi tanımına göre- “kütüphanecilik” yapan Nuri Ulusu; son günlerde yayımlanan “Atatürk’ün Yanı Başında” isimli kitabında bir düğünde geçen olayı anlatıyor.
Atatürk; katılanlar arasında “üzerinde simsiyah bir tuvalet, ancak başında da siyah bir örtü olan” bir hanımefendinin yanına gidiyor, “kendine has nezaketiyle”; “Hanımefendi, kıyafetiniz çok güzel, otururken de sizi izledim” diyor:
“...Her şey güzel de şu başınızdaki siyah örtüyü anlayamadım. Ben artık kara çarşaflar ve kara peçeler, başörtüleri pek istemiyorum, müsaade eder misiniz, şunu kafanızdan çıkarıp atayım...”
Sonra... Atatürk, hanımefendinin başörtüsünü eliyle zarif bir şekilde çıkarıp yanında bulunan beye verdi ve ilave etti:
“...Bu güzel saçlar kapatılır mı hiç?..”
Oysa bugün “kadın kapanıyor”. Geriye adım atan partilerde anlayış birlikteliği yaşanıyor. Siyasal partiler artık kara çarşafa, türbana kucak açıyorlar.
Oy peşinde, doludizgin seçime koşuyorlar.
CHP “cüppe, sarık, peçe, kara çarşaf” gibi kıyafetlerin giyilmesini yasaklayan 2590 sayılı Kılık Kıyafet Yasası’nın kara çarşafa (tabii türbana) yasak getirmediğine inanıyor.
MHP, Alevi vatandaşları kazanmanın peşinde.
AKP mi? Malumu ilan edecek değiliz.
Oy dedin mi ne devrim, ne de çağdaş yaşam koşulları. Partiler arası uzlaşma olmaz derlerdi; öyle mi? Al sana uzlaşma!..

Cüneyt Arcayürek
21 Kasım 2008 - Cumhuriyet

21 Kasım 2008 Cuma

İhanetin Adı Dersim!.. - Düz Çizgi

Sonunda bu da oldu ve nedense ben hiç şaşırmadım!..
Brüksel’de, Avrupa Parlamentosu binasında düzenlenen “Dersim Soykırımı” konferansında Prof. Dr. Ronald Mönch, Dersim’de (Tunceli) yaşananların insanlık suçu olduğunu vurguladı ve şu sözleri söyledi:
- Atatürk ve dönemin Bakanlar Kurulu üyeleri ile üst düzey askeri yetkilileri yaşasalardı savaş suçlusu olarak yargılanmaları gerekirdi!..
Yani?.. Yani, 1937’de, Türkiye sınırları içinde ağaların çıkardığı isyanı bastıran Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve arkadaşları, düpedüz soykırımla suçlanmaları bir yana, sanki yabancı bir ülkenin topraklarına tecavüz ederek bu suçu işlemişçesine “savaş suçlusu” olarak da ilan edildiler!..
Peki, Prof. sıfatlı Mönch bu konuşmayı cehaletinden mi yaptı?.. Tabii ki hayır!.. Diğer konuşmacıların konuşmaları ve sonuç bildirgesini bu alçakça konuşmanın yanına koyduğunuzda, amaç ve hedef olanca çıplaklığı ile ortaya çıkıverdi!..
Aynı toplantıda Avrupa Ermeni Federasyonu Başkanı Hilda Çoboyan da bir konuşma yaptı. İşte söyledikleri:
- Dersim Kızılbaşlığı, paganlık, Hıristiyanlık ve Alevilik karışımıdır… Osmanlı döneminde çok sayıda Ermeni Dersim’e gelip din değiştirdi…
İyi mi?.. Şimdi bu konuşmayı Mönch’ün konuşmasının yanına koyun, ne çıkıyor?.
- Dersim Türkiye’ye ait değildir, üstelik Müslümanlıkla da ilgisi yoktur. Ermeni yoğunluğu fazladır. Öyleyse Atatürk’ün yaptığı hem soykırım hem de savaş suçudur…
Şu haysiyet düşkünlüğüne bakın…
***
Konferansta Türkiye Cumhuriyeti’nin iki milletvekili ile bir belediye başkanı da vardı…
DTP Diyarbakır Milletvekili Aysel Tuğluk fazla konuşmadı, yalnızca “Üstümüzden ordular geçti” dedi.. DTP Tunceli Milletvekili Şerafettin Halis ise Dersim isyanında Türk askerlerinin hamile Kürt kadınlarının karınlarını deşerek cinsiyet tespiti yaptıklarını anlattı… Halis, kendi sözlerinden heyecana kapılmış olsa gerek ki, soykırım değil isyan sözcüğünü kullandı!..
Tunceli Belediye Başkanı Songül Erol Abdil de Tunceli’deki yol yapım çalışmalarını şu sözlerle Dersim katliamına bağladı:
- 1930’lu yıllarda yapılan Dersim Harekâtı tekrarlanmak isteniyor!..
Yani başkana göre, devlet yeniden katliam yapmak için öncelikle Tunceli’nin yollarını yapıyor!..
- Şu hastalıklı kafaya bakın…
Sonra ne oldu?.. Hepsi el ele verdi, Dersim olaylarının “soykırım” olduğu bir güzel karara bağlandı ve Türkiye’nin soykırım mağdurlarına tazminat ödemesi talep edildi.
- Tıpkı Ermeni talepleri gibi!..
***
Gelelim Dersim meselesine…
Dersim bir soykırım, bir katliam mıydı?.. Hayır, Dersim, Kürt ağalarının Şeyh Seyid Rıza önderliğinde, köleliğin, ırgatlığın dolayısıyla feodal düzenin sürmesi için Cumhuriyet rejimine başkaldırdığı bir isyandı…
- Üstelik dış destekli hain bir isyandı!..
Belgesini mi soruyorsunuz, buyurun; isyanın liderinin 30 Temmuz 1937 tarihinde İngiliz Dışişleri Bakanı’na gönderdiği “Dersim Generali Seyid Rıza” imzalı mektubu okuyun:
- Üç milyon Kürt benim sesimden ekselanslarına sesleniyor ve hükümetinizin manevi etkisinden Kürt halkını yararlandırmanızı istirham ediyor…
Bu mektubu 1987 yılında Londra Public Record ofisinde bizzat ben buldum ve Nokta dergisinin 28 Haziran 1987 tarihli sayısına da kapak oldu!.. İşte, Dersim toplantısının gülleri, önceden tasarlandığı apaçık ortada olan, liderinin kendisine “general” rütbesi yakıştırdığı bu ihanet isyanına “soykırım” etiketi yapıştırıyorlar!..
Yoksa Prof. sıfatlı Mönch, “savaş suçlusu” ilan ettiği kişinin 1930’larda Hitler rejiminden kaçan bilim adamlarına kucak açtığını bilmez mi?.. Soykırım diye yırtınan Hilda Çoboyan, Atatürk’ü hem de o yıllarda bizzat Yunanistan Başbakanı Venizelos’un “Nobel Barış ödülüne” aday gösterdiğinden habersiz olabilir mi?.. Peki, en alçakça yalanları Avrupa Parlamentosu salonlarından dünyaya haykıran Songül, Aysel, Şerafettin üçlüsü Atatürk’ün doğumunun yüzüncü yılında UNESCO tarafından olağanüstü bir devrimci, dünya barışının öncüsü, insanlar arasında hiçbir renk, din, ırk ayrımı gözetmeyen eşsiz devlet adamı ilan edildiğini bilmeyecek kadar cahil olabilirler mi?..
- Yoksa insan vasıfları mı yetersiz?..

Ümit Zileli
21 Kasım 2008 - Cumhuriyet

18 Kasım 2008 Salı

Anayasa Kavgası - Başyazı

Osmanlı İmparatorluğu 600 yıllık bir tarihi vurgular, devlet zamaneye göre kurulmuştu, doğal olarak dinciydi, fetihçiydi; son dönemlerde kendi içinde büyük tartışmalara sahne oldu, 1912’den 1922’ye dek 10 yıl süren savaşlardan sonra yerini Türkiye Cumhuriyeti’ne bıraktı.
Ancak biliniyor ki bugünkü dünyada Osmanlı var olamazdı, çağın dışına düşmüştü, tükenmişti.
Türkiye Cumhuriyeti, 10 yıl süren yıpratıcı harplerin son döneminde, olağanüstü bir çabayla, Milli Kurtuluş Savaşı vererek kurulmuştur.
Hiç unutulmaması gereken bir nokta var.
Eğer Batı’nın, daha doğru deyişle emperyalistlerin iradesi üstün gelseydi bugünkü Türkiye Cumhuriyeti kurulamaz ve var olamazdı.
*
Bugün anayasamızın ‘değiştirilemez’ diye nitelenen ilk maddelerinde işte bu varoluş tarihimizin gerçekleri vurgulanıyor.
Anayasamızın ilk dört maddesinde yazılı cumhuriyetçilik, laiklik, bölünmezlik ilkelerine karşı kim çıkabilir? Bayrak, resmi dil, ulusal marş, başkentin Ankara olması konularında değişiklik söz konusu olabilir mi?
Demokratik ve sosyal bir hukuk devleti güvencesi altında yaşamak istemeyen var mıdır?
Peki, bu maddelerin değişmezliği üzerine koparılan kıyametin anlamı nedir?
*
İster istemez aklı başında bir kişinin aklına şu olasılık geliyor:
21’inci yüzyıla girerken Türkiye’deki dinci-İslamcı siyasal akımla “stratejik müttefikimiz Amerika” arasında yeni bir yaklaşım gerçekleşti.
Bugünkü iktidar bu yaklaşımın ürünü sayıldığına ve “Ilımlı İslam Devleti Modeli”nin çok lafı edildiğine göre değiştirilemez anayasa maddesi için Meclis’te şöyle bir öneri yapılamaz mı:
“Türkiye Cumhuriyeti şeriata dayalı bir İslam devletidir.”
Değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddelerin değiştirilebilir olmasını isteyen ve bu yolda büyük bir tartışma açarak kıyameti koparanların muradı bu mudur?
Yoksa ‘bölünmezlik’ ya da ‘resmi dil’ vb. konularda dertlerimiz mi vardır?
*
AKP iktidarının üstüne, giderilemeyen bir şaibe yapışmış bulunmaktadır.
İşin başından beri, bugün Meclis’te çoğunluğu elinde bulunduran partiyi yönetenlerin “takıyyeci” olduğu iddiası gündemdedir.
Şimdi anayasanın değiştirilemez maddeleri üstüne koparılan kıyamet, şüpheyi yoğunlaştırmaktadır.
Anayasayı değiştirmek elbette ulus çoğunluğunun değer yargılarında destek bulabilecek bir girişimdir.
Ama bu işe “değiştirilemez maddeler” üzerinden başlamak mı gerekiyor?

17 Kasım 2008 - Cumhuriyet

17 Kasım 2008 Pazartesi

Kendi Kendimizi Şaşırdık - Pencere

Tarih Baba maraton yarışçısıdır; ama, 20’nci yüzyıl ve devamında sürat koşucusuna dönüştü...
Bir ömür boyu içinde neler yaşandı neler?..
1990’dan bu yana kaç yıl geçti?..
Sovyetler parçalandı...
Balkanlar bölük pörçük, evlere şenlik...
Bir sürü yeni ülke, yeni devlet çıktı ortaya...
İyi mi oldu?..
Emperyalizm bu devletleri birbiriyle tokuşturarak gününü gün ediyor...
Ya Türkiye?..
Kendi kendisini şaşırdı...
Parçalandı parçalanacak...
Dincileşti dincileşecek...
Çağ dışına itiliyoruz...
*
Bu gerçeği dile getirirken artık diplomatik üsluba, medya raconuna, esteğe kösteğe gerek yok...
1923’te kurulan Cumhuriyet, Amerikan tezgâhında kıvranıyor...
Dincilik..
Bölücülük..
İkisi de iç politikada ve çok partili rejimde belirleyici oldu..
Bu ikisi birbiriyle çelişiyor gibi görünse de aldanmayın..
*
Unutmayalım ki bir açıdan Türkiye’de dünyanın en ileri demokrasisi geçerli..
Nasıl?..
DTP Kürt kardeşlerimizin partisi değil mi?..
Evet..
Peki, DTP terör yöntemini benimseyip ortalığı kana bulayan PKK ile haşır neşir ve iç içe değil mi?..
Terör örgütünün temsilcisi DTP Meclis’te...
Demokrasi gereği böyle...
*
Peki, terör örgütünün lideri olmakla suçlanarak yargılanan kim?..
Bendeniz..
Yalnız bendeniz mi?.. Terörün T’siyle en küçük bir ilişkisi bulunamayacak ve bulunmayan nice rektör, avukat, bilim adamı, parti başkanı terörist suçlamasıyla içerde...
*
Ayıptır söylemesi...
PKK terörüyle omuzdaş partinin başkanı Ahmet Türk Meclis’te...
Sakın ha...
Kimsenin aklına Ahmet Türk’ü içeri atmak için en küçük bir fikir düşmesin...
DTP hem Meclis’te olsun..
Hem PKK terörüyle al takke ver külah olsun...
Her sorunumuzu tartışarak ve demokrasiyle çözelim...
*
Çözelim de; bir noktada, amaçta, ülküde, hedefte birleşelim...
Nedir o?..
Türkiye Cumhuriyeti Yugoslavya’ya ve Sovyetler’e dönüşmesin...
Dincileşmesin..
Parçalanmasın..
*
Üstelik biz parçalandığımız zaman Anadolumuzun doğusu, hesaba göre, Irak’ın kuzeyiyle aşiret ve dincilik temelinde birleşecek...
Anadolu’nun batısı da dinci bir Cumhuriyet olacak...
Atıyorsun, demeyin..
Göz göre göre, emperyalizmin tezgâhında, Amerika’nın güdümünde Türkiye Cumhuriyeti bitiriliyor...
İçerde, dışarda, Amerika’da, Avrupa’da, Arabistan’da tezgâh çalışıyor...
Evet, eğer kendimizi toparlayamazsak işimizi bitirecekler...
Bunu kim söylüyor?..
PKK terörü sürüp giderken, şehit sayısı artarken, Meclis’te terörist PKK’yi savunan partinin grubu varken, terörist olmakla suçlanıp gecenin köründe gözaltına alınarak yargılanan ben söylüyorum.


İlhan Selçuk
17 Kasım 2008 - Cumhuriyet

11 Kasım 2008 Salı

Mustafa'daki En Büyük Yanlış

Aramızdan ayrılışının 70.

En büyük eseri olan Cumhuriyet’in 85. yılında,

150 yıllık bir tarihi 15 yıl gibi kısa bir sürede ve tüm dünyaya karşın hayata geçiren Türk aydınlanma devriminin öncüsü Mustafa Kemal’i izledim; Can Dündar yorumuyla ve sadece “Mustafa” adıyla...

“Sarı Zeybek”i iyi bir referans olarak kabul edersek, sayın Dündar maalesef “Mustafa” ile vasatı bile aşamamış.

Can Dündar’ın deyimiyle bir linç girişimi olan eleştiriler kadar, filmin kendisini de gereksiz bulduğumu söyleyebilirim.

Üzüldüm açıkçası, yapımına geç bile kalındı denilen bir Mustafa Kemal filminin bitiminde içimde gurur veya en ufak bir kıpırtıdan bile eser olmadığına.

Ben bir Kemalist’im; pek çok kişinin, sırf bunu dile getirdiğim için sandığı gibi de dinsiz değilim.

Yüreğimde, tam bağımsız bir Türkiye aşkı, en büyük devrimci kabul ettiğim Mustafa Kemal hayranlığı ve sarsılmaz inancı vardır.

Dönemin şartları içinde, Türk Ulusu için yaptıklarını ve söylediklerini her zaman doğru bulmuş, dürüst devlet adamı olduğu gerçeğine inancım tamdır.

Bugüne kadar yapılan ve bundan sonra da yapılacağı şüphe götürmeyen hiçbir karşı devrim hareketi beni bu inancımdan, beni Mustafa Kemal’in yolundan alıkoyamaz.

Aslında, basit bir belgesel filmin sonrasında, bu filmin Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ü, eserlerini ve devrimlerini gölgelediği endişesinin altında yatan şey, az okuyan bir toplum olduğumuz gerçeğidir.

Bu yanlış düzeltildiğinde pek çok korkumuzdan arınmış ve gerçek aydınlığı bir ampulde değil Kemalist ve idealist iktidarda bulacağımızı anlamış olacağız.

Özellikle son elli yıldır her türlü saldırıya maruz kalmasına rağmen Mustafa Kemal’e olan inanç ve sevgi Anıtkabir’e insan seli olarak dökülüyorsa,

güzel günlere olan inancınızı ve umutlarınızı korumaktan ve Mustafa Kemal’in aydınlık yolundan asla vazgeçmeyiniz.

Uğur Mumcu’nun da dediği gibi:

Bir gün mutlaka ! “

10 Kasım 2008 Pazartesi

Bazıları Unutulmazdır!

"İki Mustafa Kemal vardır: Biri ben, et ve kemik, geçici Mustafa Kemal... İkinci Mustafa Kemal, onu "ben" kelimesiyle ifade edemem; o, ben değil, bizdir! O, memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni hayat ve büyük ülkü için uğraşan aydın ve savaşçı bir topluluktur. Ben, onların rüyasını temsil ediyorum. Benim teşebbüslerim, onların özlemini çektikleri şeyleri tatmin içindir. O Mustafa Kemal sizsiniz, hepinizsiniz. Geçici olmayan, yaşaması ve başarılı olması gereken Mustafa Kemal odur! "

Kurtuluş Savaşı'nın önderi, bağımsız laik Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu, aydınlanmanın ve devrimlerin öncüsü Atatürk'ü ölümünün 70'inci yılında sevgi, bağlılık ve kararlılıkla anıyoruz.