10 Ağustos 2009 Pazartesi

Kürt Açılımında Üç Yanlış İki Eksik

Herhangi bir sorunu masaya yatırdığınızda ve müzakereye açtığınızda önce ciddi bir teşhis gerekir.
“Kürt Sorunu” denen sorun, aslında büyük tarih-çimiz Halil İnalcık’ın çok doğru teşhis ettiği gibi, uluslararası açıdan bir “Doğu Sorunudur:”
Yani Anadolu’yu da içine alan, Ortadoğu’nun denetim ya da paylaşım sorunu.
Bunun temelinde de bölgenin petrolü ve stratejik önemi yatar.
“Doğu Sorunu” günümüzde hem dünyanın li-derliğine soyunan ABD’nin, hem de AB’nin stratejik sorunları arasındadır…
Bu nedenle ABD de AB de “Kürt Sorununda” aktif taraflardır; nitekim öyle de davranmaktadırlar.
1) Bu teşhis bizi “Kürt açılımındaki” birinci yanlışa, muhatap yanlışına götürmektedir:
Konunun çözümlenmesinde ve müzakere edilmesinde aktif taraflar olan Washington ve Brüksel’i dışlayıp, “Açılım” adı altında sorunu on-on beş Türk gazeteci ile müzakere etmeye başlamak büyük bir yanlıştır.
Bu başlangıç, eğer bir vizyonsuzluğun veya beceriksizliğin sonucu değilse, samimiyetsizliğin ifadesidir.
Ciddi bir çözüm çabası Washington’un ve Brüksel’in de masada olmasını gerektirmektedir.
2) İkinci yanlış, yine sorunun tanımının yapılmamasından ya da müzakerenin sınırlarının çizilmemesinden kaynaklanmaktadır:
Çözümleme ve müzakerelerin hedefi nedir?
Sorunun çözümü hangi sınırlar içinde gündemdedir?
Örneğin, federasyon ve ayrılma ya da bunlara yol açacak siyasal haklar ve gelişmeler söz konusu mudur?
Muğlak sorunlar, belirlenemeyen hedefler her çözümlemeyi ve müzakereyi çıkmaza sokar; bu gerçek çağdaş müzakere tekniklerinin alfabesidir.
3) Üçüncü yanlış, sorunla ilgili olarak yaşanan pratikte ortaya çıkmaktadır:
“Kanlı geçmişin üzerine sünger çekelim, geleceğe bakalım” deniliyor…
Tamam!
Ayrılıkçı terör örgütü PKK için bir genel affın gündeme gelmesi de söz konusu…
O da tamam!
Ama eski katil ve teröristler “itirafçı” yapılarak “gizli tanık” kimliğiyle, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin suçlanmasında kullanılıyor…
Eski katil ve teröristi affet, akla…
Onlarla savaşan ordu mensubunu, üstelik de onlar aracılığıyla suçla!
Bu yöntemle hangi “geçmişin üzerine sünger çekilebilir?”
Bu pratik, hem tarihe hem adalet duygusuna hem de mevcut iç dinamiklere aykırı görünmüyor mu?
“Açılım süreci” bu uygulamayla daha baştan torpillenmiyor mu?
Şimdi gelelim birinci eksiğe:
1) “Kürt Sorununun” demokratik siyaset içinde Meclis’e yansımasını ve burada açıkça tartışılmasını engelleyen bir “yüzde on seçim barajı” sorunu vardır.
“Kürt Sorununu” samimi olarak tartışmak ve çözmek isteyen bir iktidarın önce bu adil temsil ilkesini zedeleyen barajı tümüyle kaldırması ya da en azından düşürmesi gerekmez mi?
2) İkinci eksik, bölgedeki feodal yapıyı tasfiye edecek olan, toprak reformunu da içeren bir “bölgesel plandır.”
Bölgeden gelen gerek Türk kökenli, gerekse Kürt kökenli siyasetçilerin “ağalık” yapısından, yani feodal ilişkilerden yararlandıkları bir sır değildir.
Bölgedeki yoksulluğun da terörü besleyen kaynaklardan biri olduğu bilinen gerçeklerdendir.
Politikacıların bireysel siyasal çıkarlarına ters düştüğü için ağızlara alınmayan “toprak reformu”, yoksullukla mücadele edecek bir “bölgesel plan” çerçevesinde gündeme getirilmedikçe, sorunun hızlandırılmış bir çözümü çok zordur.
Ama tabii hem bölgedeki feodal yapının hem de sorunun devamından rant yiyenler (hem Türk kökenli hem de Kürt kökenli politikacılar) “toprak reformunu” ağızlarını bile almamakta, alanı da derhal suçlamaktadırlar.
Bu eksik ve yanlışlar düzeltilmedikçe, “Kürt Açılımının” da; AKP’nin öteki açılımları olan “Ermeni Açılımı”, “Kıbrıs Açılımı”, “AB Açılımı” gibi açılımlara benzer bir biçimde hüsranla sonuçlanması daha muhtemel görünmektedir.

Emre Kongar - 10.08.2009 Cumhuriyet

1 Yorum:

Anonymous Adsız dedi ki...

Sayın Kongar’ın tespitlerini koşullu olarak doğru buluyorum. Yazıda işlenilen Kürt açılımındaki yanlışlık ve eksiklikler, sadece ve sadece bu sorunun çözümünü Kemalist çizgide, Türkiye Cumhuriyeti’nin bölünmez bütünlüğü çerçevesi içinde çözmek istenildiğinde, doğru kabul ederim. Acaba sayın Cumhurbaşkanı’nın ve Başbakan’ın tarihi fırsat olarak niteledikleri bu açılım süreci sonucunda Türkiye Cumhuriyeti, Misak-ı Milli sınırlarını ve Anayasa’sında değiştirilmesi dahi teklif edilemeyecek ilkelerini korumuş olabilecek mi? Asıl kaygı budur ve bu olası bölünme süreci, ne yazık ki Türkiye Cumhuriyeti’nin en önemli iki makamı tarafından söyleme alınmıştır. Kimden önce? Elbette 15 Ağustos ve sayın! Öcalan’dan. Şimdi söyler misiniz, terörist başının İmralı’dan alınıp siyasete sahnesine çıkarılması size, 7 yıl öncesinde olduğu kadar imkansız görünüyor mu? MHP, zamanında Cumhurbaşkanlığı seçiminde elinden tuttuğu gülün dikenleri, bugün o partiye oy veren ve vermeyen tüm ulusalcıların yüreklerini kanatmıştır. Sevgi ve saygılarımla,CK

10 Ağustos 2009 18:08  

Yorum Gönder

Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]

<< Ana Sayfa