27 Ocak 2008 Pazar

Arif Basbakan RTE !

Dunya kamuoyunda en buyuk terorist ilan edilmis George W.Bush'un terorle mucadeledeki kararliligini, bir bakista gozlerinden anlayan Basbakan, simdide Turkiye'nin ozellikle son on yildir kanatilan yarasi turbanda, toplumsal mutabakati yakaladigini soyluyor.

Olmayani varmis gibi algilamada uzerine yok bizim RTE'nin.

Pozitif duygular icindeki Basbakan'in uzlasmadan ne anladigini Cumhurbaskanligi seciminden biliyoruz.

Ayni tavri turban konusunda da sergilemekten kacinmiyor.

Toplumsal bolunme riskinden, Cumhuriyet'in degistirilemez, degistirilmesi teklif dahi edilemez ilkelerinden bahseden herkesi, Kasimpasali edasiyla, cocuklar gibi azarliyor:

"Sen kim oluyorsun, otur oturdugun yerde."

Toplumda terbiyesizligin adinin "karizmatik" olarak degistigini, ozellikle bazi cevrelerin RTE'ye artan hayranligina taniklik ederek, anliyoruz.

Turkiye Cumhuriyeti Devleti'ni, anayasasinda acikca belirtildigi sekliyle, Ataturk ilke ve devrimleriyle, Cumhuriyetin kazanimlariyla korumayi, varliginin temel odevi saymis her kuruma restini cekiyor:

"Velev ki turban, siyasi simge olsa da yasaklanamaz!".

Cumhurbaskanligi secimi ve turban…

Ikinci AKP donemi, ilkinden cok daha radikal ve karanlik yuzunu sergilemeye basladi.

Tabii burada MHP'nin hakkini vermek lazim!

Sayin Bahceli'nin secimler oncesi RTE'ye attigi ip, Mustafa Kemal'in boynuna geciyor.

23 Ocak 2008 Çarşamba

O'nu Sizlerde Unutmadiniz Degil Mi ?




Ugur Mumcu adina kurulan vakfin 2008 yili tebrik kartiydi.
Aramizdan ayrilisinin uzerinden tam onbes yil gecti.
Cinayeti hala aydinlatilamadi.
Siyasi sorum(suz)lulari ellerini kipirdatmadilar.
Cekilecek bir tugla ile ordukleri karanlik yapi uzerlerine cokmesin diye.
Onbes yil sonra bugunku tabloyu goruyorsunuz.
Sayilari gittikce azalan Ataturkcu dusunce yanlilari – mevkiileri ne olursa olsun – cocuklar gibi azarlaniyorlar.
Anadolu Devrimi, komik ama cagdaslik ve ozgurluk adi altinda turbana sarilarak karartiliyor.
Ulusal onur mu?
Onu da soyleyeyim:
Turk Milleti'ne tum dunya karsisinda ulusal kimlik ve onur kazandiran Mustafa Kemal, Yunan siyasetci tarafindan, sadece iki gun once, "yuzyilin katili, fasisti" olarak adlandiriliyor.
Turk Milleti'nde, hukumetinde, askerinde en ufak bir silkinme dahi yok.
Herkes sus pus.
Cunku…
Millet, istikrar diye en agir hakaretleri, asagilanmalari, icine sindirebilecek kadar kisiligini kaybetmis insanlardan;
Hukumet, Cumhuriyet kazanimlarini, Kemalist aydinlanmayi kufur sayan, dinsizlik bilen, AB ve ABD bagimlilari siyasilerden;
Asker ise "Turkiye'de cumhuriyetin sonu gelmistir" diyen bir cumhurbaskanina selam duran demokratik!, sozde Ataturkculerden ibaret.
Simdi bu tabloya ragmen ve hala,
Ataturkcu dusunce yenilmedi; yenilmeyecek diyorsak
Bu birazda su soylemlere benziyor:
Seni sadece 24 Ocak'larda hatirlayarak..
"Unutmadik; unutmayacagiz"

19 Ocak 2008 Cumartesi

ATATÜRK VE HALİL AĞA


Atatürk ve Nuri Conker, birinin hazırladığı ötekinin uyguladığı plan sonunda Florya Köşkü ' nün tüm nöbetçilerini atlattılar ve köşkten kaçtılar.
Altlarında, Nuri Conker' in bir arkadaşının arabası vardı. Eylül sonu akşamı sonbaharın tadını çıkararak, Çekmece' ye doğru gidiyorlardı.
Birden Atatürk' ün gözleri akşam güneşi altında çift süren bir köylüye takıldı.
Yaşlı bir adamdı bu. Sapanın sapına iyice yapışmış, toprakları yavaş yavaş deviriyordu. Fakat çiftin bir yanında öküz, bir anında merkep vardı.
Eşit güçlerle çekilmediği için sapan yalpa yapıyordu.
Atatürk şoföre durmasını söyledi. İndiler.
Köylüye seslendi: "Kolay gelsin ağa!.."
Köylü bu sese başını çevirmeden karşılık verdi: "Kolay gelsin."
"İşler nasıl ağa? Bu yıl mahsulden yüzünüz güldü mü?"

Köylü isteksiz konuştu: "Tanrı' nın gücüne gitmesin bey, bu yıl yufkaydı mahsul. Kabahatin acığı bizde, acığı yukarda! Biz geç davrandık, yukarısı da rahmeti esirgedi."
"Bakıyorum, sabanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu senin?"
"Var olmasına vardı ya, hıdrellezde vergi memurları sattılar."
"Hiç vergi memurları köylünün üretim aracını satar mı?" “Olmaz böyle şey! Muhtara şikayet etseydin..."
Köylü güldü: "Muhtar başında deel miydi memurun, a bey?"
Atatürk dudaklarını dişleri arasında ezerek konuştu: "Kaymakama gitseydin."
Köylü iyice güldü. "Sen de benle gönül mü eyleyon beyim?" dedi.
Atatürk konuşmayı sürdürdü. "E peki, İstanbul şuracıkta geleydin valiye anlataydın derdini.... Onun işi bu değil mi?"
Köylü Atatürk' ün saflığına inanmış iyiden iyiye gülüyordu. Konuşmanın tadını çıkardığı için keyiflenmişti de biraz. Kestirip attı:
"Bırak şu sağırı allasen, biz onun buralardan gelip geçtiğini çok gördük. Yakasına yapışsak acep derdimizi duyurabilir miyiz?"
Atatürk sordu: "Adın ne senin ağa?"
"Halil... köylük yerde sorsan, Halil Ağa derler..."
"Demek varlıklısın?.. Ağa dediklerine göre."
"Acık çiftimiz- çubuğumuz varken adımız Ağa' ya çıkmış."
"Peki Halil Ağa, bu senin işin beni bayağı meraklandırdı. Benim bildiğime göre, bir çiftçinin üretim aracı elinden alınmaz. Sen aldılar diyorsun. Hadi kaymakam şöyle, Vali böyle diyelim; e peki bir başvekil İsmet Paşa var bilir misin?"
"Bilmez olur muyum, beyim?"
"Tamam öyleyse, hemen her hafta İstanbul'a geliyor. Florya Köşkü'ne iniyor. Köşk de şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona... Herhalde çaresini bulurdu."
"Sen benim konuşmamdan hoşlaştın, gönül eyleyorsun. Ama bak şimci, tutalım gittim vardım,
beni o kapıya koymazlar ya... Tutalım ki kodular, koskoca İsmet Paşa' mızı göstertmezler ya.
Tut ki gösterdiler ya ona halimi nasıl yanacağım hele; o sağırın sağırı! Heç işitmez beni..."
Nuri Conker, lafa karışmak istedi, Atatürk bir hareketiyle onu durdurdu.
"E peki, bakalım bu dediğime ne bulacaksın!" dedi "Atatürk koca yaz şuracıkta oturup duruyordu. Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya!.."
Köylü iyice keyiflenmiş, gülüyordu. "Sen ne diyorsun bey?" dedi.
"Mustafa Kemal Paşa Atatürk'ümüzün yüzünü görmek için peygamber gücü gerek... Hem, tut ki gördük. Yiyip içmekten, işinden gücünden başını kaldırıp bizim öküzün arkasından mı seyirecek?.."
Halil Ağa, sigarasının son nefesini ciğerlerine doldururken, Atatürk' ten yeni aldığı sigarayı da kulağının arkasına yerleştiriyor, çiftinin başına gitmeye hazırlanıyordu.
Konuşacak bir şey de kalmamıştı.
Atatürk köylünün omuzuna elini koyarak, "Senden hoşlandım Halil Ağa" dedi. "Bir gün köyüne de gelir, bir ayranını içerim. Açık yürekli bir vatandaşsın. Ama yine de sana söylüyorum, hakkını kimsede bırakma ara!.."
Döndüler,arabaya bindiler.
Halil Ağa, onları uğurladı. "Meraklanma beyim, evelallah heç kimse bizim hakkımıza el değdiremez. Fakat bu, devlet baba' ya borçtur. Ödenmesi gerek...
Otomobil hareket etti.
Atatürk' ün canı sıkılmıştı. "Bir uygun yerden dönelim, tadı kaçtı bu işin!.." dedi.
Dönüş yolunda Atatürk konuşmuyor, sigara üstüne sigara yakıyordu.
Yüzünde ince bir keder vardı. "Yahu çocuk, şu Halil Ağa'nın vergi borcundan öküzünü satmışız, merkeple çift sürüyor, hala da 'devlet baba' diyor. Ne mübarek millet, bu millet!.."
Köşke döndüklerinde Atatürk yaverine emretti: ”Şimdi" dedi: "İstanbul' da ne kadar bakan, milletvekili varsa hepsini telefonla bulacaksın!.. Bu akşam kendilerini yemeğe bekliyorum. Ayrıca vali Muhittin Üstündağ ile İsmet Paşa' yı bul, onlara da haber ver."
Yaver odadan çıktı..
Atatürk, Nuri Conker' e döndü: Şimdi sen de arabayla çıkıp o Halil Ağa' ya gideceksin. Ona benim kim olduğumu söyleme. Tüccar, zengin bir adam filan dersin. 'Seni sevdi, sana öküz alıverecek' diye bir şeyler söyle, kandır. Kuşkulandırmadan al getir buraya."
*
O akşam Atatürk' ün sofrasında başbakan İsmet İnönü, bakanlar, milletvekilleri ve İstanbul valisi Muhittin Üstündağ'dan oluşan yirmi beş konuk vardı. Atatürk, "Bu akşam soframıza efendimiz gelecek" dedi. "Kendisine nasıl davranacağınızı çok merak ediyorum."
Bir süre sonra içeri başyaver girdi ve Atatürk' ün kulağına bir şeyler söyledi.
Atatürk "buyursun!" dedi.
Başyaver kapıyı açıp da Halil Ağa, gündüz konuştuğu beyin sofranın başında oturduğunu, yanı başında da İsmet Paşa' nın yer aldığını görünce, şaşkınlıktan dona kaldı.
Dizlerinin bağı çözülmüştü. Atatürk onu görünce ayağa kalktı. Arkasından tüm konukları da ayağa kalktılar.
Atatürk son konuğunu, "Hoş geldin Halil Ağa" diye karşıladıktan sonra kendisini sofradaki konuklarına tanıttı: "İşte beklediğimiz, Efendimiz" dedi.
Nuri Conker, Halil Ağa' yı Atatürk' ün sağ başına oturttu, kendisi de yanındaki sandalyeye geçti. Atatürk, sofradakilere, o gün köşkten Conker'le birlikte nasıl kaçtığını, Halil Ağa' yı, bir yanında öküz, bir yanında merkeple çift sürerken nasıl gördüğünü, sigara yakmak bahanesiyle nasıl kendisi ile konuştuğunu ayrıntılı bir şekilde anlattıktan sonra şöyle dedi:
"Şimdi gerisini Halil Ağa ile birlikte yanınızda tekrarlayacağız. Ben sorduklarımı baştan soracağım Halil Ağa da orada bana söylediklerini olduğu gibi tekrarlayacak."
Halil Ağa' ya döndü: "Bak beri, Halil Ağa" dedi. "Sen bu akşam benim başmisafirimsin. Senin açık sözlülüğünü pek çok beğendiğimi bugün söyledim. Konuşmamızdan sonra sana hiçbir zarar gelmeyecek. Öküzünü de alacağım. Ama şimdi ben tarlada sorduklarımı baştan soracağım, sen de orada söylediklerini aynen tekrarlayacaksın.
İşte soruyorum:
”Bakıyorum sapanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu senin?"
Halil Ağa dudakları titreyerek Atatürk' ün ayağına kapanacak oldu.
Atatürk önledi: "Yoo, bak böyle şey istemem. Soruyorum cevap ver." Soru- cevap valiye kadar aynen tekrarlandı.
Sofradakiler, soluk almadan konuşmayı izliyorlardı.
Ürkütücü sorulara gelmişti sıra.
Atatürk sordu:
"Peki İstanbul şuracıkta, gideydin valiye, anlataydın derdini, onun işi bu değil mi?"
Vali Muhittin Üstündağ, Hali Ağa' nın ancak iki metre ötesinden kendisine bakıyordu.
Nasıl desin?
Ter basmıştı iyice, işi savuşturmanın yoluna kaçtı: "Vali paşamızı biz görüp dururuz buralarda. Eteğine düşsek derdimizi duyurabilir miyiz ki...?"
“Olmadı bu, Halil Ağa... Bana dediğin gibi, dosdoğru..."
"Böyle demedik mi beyim?.."
"Ya, ben mi yanlış anladım?.. dur soralım bakalım Nuri'ye. Nuri, böyle mi dedi bize Halil Ağa?" Nuri Conker karşılık verdi. "Hayır paşam!.."
"Gördün mü?.. demek aklında yanlış kalmış. Hani bir şey dediydin sen, vali neden duymazmış?..
Aynen bana söylediğin gibi söyle."
Halil Ağa kekeleyerek konuştu: "Köylük yerinde bizim dilimiz sağır demeye alışmıştır, paşam" dedi. "Kusura kalma gayri..."
Atatürk gülmeye başladı:
"Diplomatsın ki, yaman diplomatsın, Halil Ağa... ama şimdi diplomatlık sırası değil, doğruyu konuşacağız... Söyle bana, orada dediğin gibi..."
Halil Ağa gözünü yumup, başını yere eğdi: "Şaşırmıştım, ağzımdan yanlışlıkla 'bırak bu sağırı' diye bir laf kaçırmışım..."
Sofrada gülüşmeler başlamıştı. "Hadi buna da oldu diyelim. geçelim gerisine: "Ee, peki bir başvekil İsmet Paşa var, bilir misin?"
Halil Ağa İsmet Paşa' nın yüzüne baktı ve gözlerini yere indirdi: "Şanlı İsmet Paşamız bilinmez olur mu hiç? O bugüne bugün..."
Atatürk Halil Ağa' yı durdurdu. "Bırak şimdi övgüleri" dedi. "Ben lafın gerisini getireyim: tamam öyleyse, hemen her hafta istanbul' a geliyor, Florya Köşkü' ne iniyor, köşk de şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona. Herhalde bir çaresini bulurdu."
Halil Ağa yine kaçamak yanıt verdi: "Kapıya koymazlar ya bizi, koysalar da şanlı paşamıza öküzümüzü mü yanacağız!.."
Atatürk' ün sesi iyice sertleşti: "Beni uğraştırma, Halil Ağa" dedi. "Erkek adam sözünü yalamaz. Ne dediysen, tıpkısını tekrarlayacaksın!.."
Halil Ağa ürktü, toparlandı. Başını yine yere gömüp konuştu:
"Şanlı paşamıza da sağır dedikti ya..."
"Yalnız sağır değil, 'sağırın sağırı' değil miydi?"
Halil Ağa yere eğik başını acıyla salladı: "Öyle dedikti paşam, doğrusun!.." diyebildi.
Atatürk, İsmet Paşa konusunda daha fazla ısrar etmedi, sözü kendine getirdi:
"Son soruyu sorayım şimdi" dedi. "Bunun da karşılığını ver, öküzünü al git."
"Koca yaz şuracıkta Atatürk oturmuyor mu? gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini.
O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya?"
"Hiç bırakır mı aslan paşam benim!.. Erip erişir de tarlama dek gelir, halimi dinler."
"Bırak bunları Halil Ağa, dediğini tekrarla."
Halil Ağa birden diklendi.
Her şeyi göze almış insanların yiğitliği içinde doğruldu.
Atatürk' ün gözlerinin içlerine bakarak konuştu.
"İşte bunu demem paşam" dedi. "
Ağzıma ataş doldur, işte bunu demem!"
Atatürk gülmeye başladı: "Zorlatacak bizi bu Halil Ağa, laf anlamıyor." dedi.
"Mustafa Kemal Paşa Atatürk' ümüzün yüzünü görmek için, peygamber gücü gerek demiştin, yanılmıyorsam. 'görsem de, işinden gücünden, yiyip içmekten başını kaldıracak da bizim öküzün arkasından mı seğirtecek' demiştin."
Halil Ağa'nın gözlerinden yaşlar inmeye başladı.
Taş kesilmiş, duruyordu.
Atatürk konuşmasını içtenlikle sürdürdü:
"Atatürk de işi içkiye vurmuş, sarhoşun biri' demeye getirdin ya fazla üstelemeyeyim" dedi. Şimdi bak beni dinle, Halil Ağa... Seni şu kadar üzmemin sebebi, şunu anlatmak içindi: şu gördüğün altı bay hükümet... yani, biri başbakan, ötekiler de bakan! Memlekete göz kulak olacak, işleri evirip çevirecekler diye bu makama getirilmişler. Bir kanun gerekti mi, bu baylar hemen sıvanırlar, İsviçre' den mi olur, İtalya' dan mı olur, Fransa' dan mı, velhasıl neredense, bir kanun buluştururlar, Türkçe'ye çevirtirler, sonra basıp imzayı gönderirler büyük millet meclisi' ne... Bu millet meclisi dediğim, şu alt baştan senin yanına kadar olan beyler.
Kanun bunlara gelir. Bunlar da 'hükümet elbette incelemiş, gerekeni düşünmüştür,
benim ayrıca zorlanmama gerek yok' derler ve kaldırırlar parmaklarını, olur sana bir kanun!..
Ama sonra bir vergi memuru gelir, vergi borcundan Halil Ağa' nın öküzünü çeker, satar...
Halil Ağa da tarlasını bir yanda merkep, bir yanda öküz, ırgalana ırgalana sürmeye çalışır.
Ama üretim düşermiş, ekim zorlaşırmıs, kimin umurunda...
Sonra ben bunları görürüm, içim kan ağlar, işitirim, tasalanırım !
Ee, hakça söyle bakalım şimdi Halil Ağa...
Sen benim yerimde olsan, efkar dağıtmak için, bunları bu beylerle konuşmak için içmez misin?
Ama sonra da Halil Ağa tutar, sana 'sarhoş' der..."
Halil Ağa' nın dili çözülmüştü: "Öyle diyen yok haşa!.. dinden çıkmak gibidir... buldun mu bunu, hacısı da içer, hocası da içer..."
Atatürk sordu: "Peki sen de içer misin?"
"Hiç bulunur da içilmez olur mu, paşam?.. içeriz ki, tıpkı şerbet gibi!.."
Atatürk hizmet edenlere işaret etti, kadehleri doldurttu.
Kendi kadehini Halil Ağa' ya uzattı: "hadi bakalım Halil Ağa" dedi. "sağlığına içelim."
Halil Ağa, "koca Allah, benim ömrümden de sana pay düşürsün paşam, sağlık düşürsün" dedikten sonra edeple başını kenara çevirdi, eline verilen kadehi bir yudumda boşaltıverdi.
Yüzü kızarmış , gözleri parlıyordu.
Ellerini dizlerinin üzerine koyarak Atatürk'e döndü:
"Yunan' ı denize döktün paşam, bayrağımızı başucumuza diktin. Benim gibi bir köylü parçasını sofrana alıp içirdin, sana duaya bilem dilim dönmez ki... Nideyim ben şimdi? Bırak ki oh paşam, ayağını öpem..."
Halil Ağa Atatürk' ün ayağını öpmek için davranınca, Atatürk onu sıkıca tuttu ve bu hareketi yapmasını önledi. Halil Ağa bu kez, Atatürk' ün ellerine sarıldı, ellerini öpmeye başladı:
"Bayrağımız gibi sen de başımızdan eksik olma inşallah! Sana her kim düşman ise, onun yeri senin ayağının altı olsun!.. Gayri bana izin, koca paşam!.."
"Yemek yemedin!.."
"Yemek kolay... Meraklanır çocuklar, ben köyüme döneyim."
Atatürk Nuri Conker' e işaret etti.
Conker kalkıp Halil Ağa' nın yanına geldi, kalktı Halil ağa, önce Atatürk'ü, sonra sofradakileri selamlayıp kapıya doğru edeple geri geri çekildi.
* *
Kapı kapandığı zaman Atatürk sofradaki öteki konuklarına döndü: "Efendimizin halini gördünüz mü beyler?" dedi.
"Devlet size böyle davransa, siz ne yaparsınız? Mübarek millet bu! Adam millet bu!..
Şimdi bu adam milletin karşısında 'Adam Olmak,' bize düşüyor!.."
Sofrada kesin bir sessizlik vardı.
Kimse gözlerini Atatürk' ten ayıramıyordu: "Halil Ağa' nın öküzünü satıp, üretimini aksatan kanunu ya biz yaptık, ya da bizim yaptığımız kanun yanlış yorumlanarak Halil Ağa' nın öküzünü satıyor. İkisi de bence birbirinden farksız... Böyle bir kanun yaptıksa, memleket çıkarlarına aykırıdır. Nasıl yaparız, nasıl yapmışız bunu? Eğer yaptığımız kanun doğru da, yorumlaması yanlış oluyorsa, o zaman sormak lazım. Hükümet nasıl bir yönetim içindedir?
Sonra unutmayın ki, olay İstanbul'da geçiyor.
Bunun Van' ı var, Bitlis' i var, kıyı bucak ilçesi var; acaba oralarda neler oluyor?
Bu çark iyi dönmüyor beyefendiler!.."
Derleyen: Hanri Benazus - Bütün Dünya Kaynak: İsmet Bozdağ' ın "Atatürk' ün Sofrası"

17 Ocak 2008 Perşembe

Unutturulan ATATÜRK


Atatürkçülük ne demektir?
Atatürkçülük, kısaca ulusal bağımsızlık ve ulusal onur demektir. Atatürkçülük, özetle antiemperyalist bir kurtuluş savaşını başlatan ve sürdüren bir eylem ve öğretidir.
- Amacımız , ulusal sınırlarımız içinde toprak bütünlüğümüzü ve ulusal tam bağımsızlığımızı sağlamaktır. Buna engel olmak üzere karşımıza çıkacak kuvvet, kim ve ne olursa olsun hiç duraksamadan çarpışırız ve başarı kazanırız. Bu konuda karar ve inancımız kesindir.
Atatürkçülüğü, "tam bağımsızlık" inancından ayırmanın ve çok yönlü uluslararası ipotekleri "Atatürkçülük" adına savunmanın hiç olanağı yoktur. Kurtuluş Savaşı'nın başlarında Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin bütün programlarına dayanağı, şu iki temeldir: Tam bağımsızlık, kayıtsız koşulsuz ulusal egemenlik!..
- Tam bağımsızlık demek, elbette, siyaset, maliye, iktisat, adalet, askerlik, kültür gibi her alanda tam bağımsızlık ve özgürlük demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk, ulusun ve ülkenin gerçek anlamı ile bütün bağımsızlığından yoksunluğu demektir. Biz, bunu sağlamadan ve elde etmeden başarıya ve esenliğe erişeceğimiz kanısında değiliz...
İşte Atatürk budur, işte "Atatürkçülük" budur...
Kurtuluş Savaşı, kökeninde "antiemperyalist" ve "antikapitalist" düşüncelerin kutsal harcını taşır:
- Biz bu hakkımızı saklı tutmak, bağımsızlığımızı emin bulundurmak için genel kurulumuzca, ulusal kurulumuzca bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı kavga vermeyi uygun gören bir yolu izleyen insanlarız.
Bu sözleri söyleyen ve her adımında ulusal bağımsızlığı, devrimci ve ilerici bir dünya görüşü ile sağlayıp pekiştiren Atatürk'ü bugün içine itildiğimiz ekonomik tutsaklığın temeli ve adı gibi görmek, Atatürk'e ve Atatürkçülüğe karşı yapılabilecek en ağır ve de en sinsi saldırıdır.
Atatürkçülük bağımsızlık demektir, Atatürkçülük ulusal onur demektir, Atatürkçülük devrimcilik demektir. Kurtuluş Savaşımızın ve ulusal devrimlerimizin önderi Mustafa Kemal, bugünkü emperyalist ilişkileri daha o günden görmekteydi:
- Karşılıklı güvenlik ve esenlik, bütün dünya uluslarının üzerinde titremesi gereken bir mutluluk ilkesidir. Ancak bu ilke bütün uluslar için gerçekleşmedikçe, genel bir barışma sağlamaktan çok, sömürülmek istenen birtakım uluslara karşı, bir takım güçlü ulusların yeni davranış ve ayrıcalıklar kazanmasını sağlamak niteliğinde görülse yeridir. Hele uluslararası silah alışverişinin, birtakım ulusların denetimi altında tutulmasını sağlayacak önlemlerin alınması bu kuşkuyu artırmaktadır...
Unutturulan, unutturulmak istenen Atatürk ve Atatürkçülük budur! Televizyon ekranlarında Türk halkına tanıtılmayan, anımsatılmayan sözler de işte bu sözlerdir:
- Biz Batı emperyalistlerine karşı yalnız kurtuluş ve bağımsızlığımızı korumakla yetinmiyoruz. Aynı zamanda Batı emperyalistlerin güçleri ve bilinen her aracı ile Türk ulusunu emperyalizme araç yapmak istemelerine engel oluyoruz. Böylece bütün insanlığa hizmet ettiğimiz kanısındayız...
"Ezilen uluslar bir gün ezen ulusları yok edeceklerdir" diyen Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ü, yeniden ezilen ulusların, Asya ve Afrika halklarının bayrağı yapmak, biz Atatürkçülerin, biz devrimcilerin namus borçlarıdır.
- Bütün dünya bilsin ki benim için tek yanlılık vardır. Cumhuriyet yanlılığı, düşünsel ve sosyal devrim yanlılığı...
Atatürk'ün bütün dünyaya duyurduğu bu ilerici ve devrimci düşünceleri ne yazık ki, ülkeyi Atatürk'ten sonra yöneten, yönettiğini sanan politikacılar eliyle hançerlendi ve Atatürk, gerçek nitelikleri ile değil, beylik anma törenlerinin donmuş kalıpları olarak tanıtılmak ve benzetilmek istendi.
Atatürk'ü hiç olmazsa bu yıl, gerçek nitelikleri ile tanıtabilirsek, geçmiş dönemlerin ihanetleri bir ölçüde unutulmuş olur. Kurtuluş Savaşı'nın yüce önderini "Atatürk Yılı"nda inançla selamlıyoruz:
Hoş gelişler ola Mustafa Kemal Paşa
Uğur MUMCU - Cumhuriyet, 6 Ocak 1981 ( Uyan Gazi Kemal! )

14 Ocak 2008 Pazartesi

Fotograflarla Dokuz Ay Once O Muhtesem Gun









6 Ocak 2008 Pazar

Bir Pazar Siiri


DAVET...

Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
Akdenize bir kısrak başı gibi uzanan
Bu memleket bizim!
Bilekler kan içinde, dişler kenetli
ayaklar çıplak
Ve ipek bir halıya benzeyen toprak
Bu cehennem, bu cennet bizim!
Kapansın el kapıları bir daha açılmasın
yok edin insanın insana kulluğunu
Bu davet bizim!
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
Ve bir orman gibi kardeşçesine
Bu hasret bizim!

Nazim Hikmet RAN

3 Ocak 2008 Perşembe

BUTUN KADINLARIMIZDAN OZUR DILEYEREK...


Vurun kahpeye!

Dinci iktidarındaki turizm ülkesinin "kültür başkenti"ni gördünüz değil mi?
Avustralyalı kız, eczaneye sığındı.
Litvanyalı kız, pastaneye.
Alman kız, taksicilere.
Polise sığınan olmadı...
Çünkü polis, "PKK saldırmasın" diye, kızlara saldıranları koruyordu o sırada!
*
Geçen sene...
Bir Rus kızı, otobüs durağının üstüne tırmanmıştı; ahtapot gibi uzanan, yılışık, arsız ellerden kurtulmak için...
Ayakkabısı çıkmıştı. Çorabını çekiyorlardı aşağıdan...
Külotunu cep telefonuna kaydediyorlardı, o çığlık çığlığa yardım isterken.
Bir önceki sene...atv Haber’deydim.
Hırvat kız, bizim kameramanlara sığınmıştı.
Kazağı duruyordu ama, sütyeni yırtılmıştı, sütyeni.
Erkek arkadaşını yumruklamışlardı. Söyleyemedik tabii, "bıçaklanmadığına şükredin" diye... "Türkiye’yi unutmak istiyorum" demişti bize.
*
İzledik televizyonlarda...
Utanıyoruz.
Televizyonlarda izlemediğimiz için "utanmadığımız" haberler vereyim size.
3’üncü sayfalardan.
*
Tecavüz ederken yakalandı; tecavüz henüz gerçekleşmediği için "yarım kaldı" indirimi aldı.
Tecavüz edip, kameraya alan kişi, "eski sevgilisi" olduğu için, indirim aldı.
"Tecavüzde bağırmıyorsa, rıza göstermiş sayılır" indirimi yapıldı.
Üvey kızına tecavüz eden baba, "kızın ruh sağlığı bozulmadığı için" indirim aldı.
Ormanda saldıran, ama astım krizi geçirdiği için tecavüzü başaramayan sapık, "orası ıssız bir yer, isteseydi yapabilirdi" indirimi aldı.
Tecavüz edip, hamile bıraktı; "zaten bakire değildi" indirimi aldı.
Tanımadığı birine saati soran eşini öldürdü, "cilve yaptı" indirimi aldı.
"Kot giyiyordu" indirimi aldı.
"Piercing takıyordu" indirimi aldı.
"Tayt giymişti" indirimi aldı.
Çantasında doğum kontrol hapı buldu, öldürdü, "tahrik" indirimi aldı.
Kadın programında "babam bana tecavüz etti" diyen kızını öldürdü, "babasını kamuoyunda rezil etti" indirimi verildi.
Mahkemeye takım elbiseyle gelen tecavüzcüye "iyi hal" indirimi yapıldı.
*
Ya yılbaşı rezaleti?
Salyalarıyla sırıtarak kızlara saldıranlar, 57’şer lira ödeyip, çıktı.
Aramızdalar...
Otobüste.
Vapurda.
Tenhada.
*
Kadın olmak zor bu ülkede.
"Başı açıksa" daha zor.
Potansiyel namussuzsun!
"Örtün, kurtul" psikolojisi, giderek daha fazla hákim oluyor atmosfere...
Kadına yönelik suçlarda ceza indirimi yapılması, ses çıkarılmaması, göz yumulması, hatta bırakılması, ondan.
*
Taksim’e dönersek...
Bakıyorum o güruha...
Terör örgütü "bomba koymasın" diye o kadar çaba harcamasa mıydık acaba?
Ölü sayısı çok olurdu ama...
"Kaybımız" pek olmazdı galiba.

Yilmaz Ozdil - Hurriyet - 03 Ocak 2008