17 Eylül 2009 Perşembe

Musa

15 yaşında...
Çok başarılı öğrenciydi Musa.
Öğretmen olmak istiyordu.
Sabah okuluna gidiyor...
Sonra çobanlık yapıyordu.
Babası garibandı çünkü.
¡
Tam bir sene önce, gene böyle bir sabah... Çıktı tek göz oda, ağıldan bozma evinden kör karanlıkta, yürüye yürüye, 2 kilometre, sırtında çantası, şehirlerarası asfalta geldi... İzmir Aliağa’ya bağlı Kapıkaya Köyü’nde yaşıyordu, köyde okul yok, okul Yenişakran’da... Türkiye’nin en batı ucunda, bütün yatırımlar oraya yapılıyor denilen coğrafyada, Türkiye’nin en doğusundaki yaşıtlarıyla aynı kaderi paylaşıyordu; taşımalı eğitim... Servis bekliyordu.
¡
Yakaladı yakaladı...
Kaçırdığında okuluna gitmesi imkânsız.
O nedenle, gün doğmadan kalkıyor, en az 2 saat yolu hesap ederek, saat 6 civarında asfaltta oluyordu.
Asfalt rampa.
¡
Göründü yarım saat sonra servis minibüsü... Manisa’nın Karaahmetli Köyü’nden başlıyor, çocukları toplaya toplaya, en son Musa’yı alıyor, Yenişakran’a varıyordu. İçerde, biri şoför, biri engelli çocuğuna refakat eden anne, toplam 27 çocuk... Musa 30’uncu.
¡
Durdu önünde her sabahki gibi, bindi Musa,
hareket ettiler. Ama bir acayiplik vardı... Şoför döndü Musa’ya öfkeyle, “Bak seni almak için durduk, fren patladı, niye rampada duruyorsun,
100 metre yürüyüp düzlükte dursana!” diye bağırdı... Yer kalmadığı için ayakta dikilen Musa, büktü boynunu, ne desin, zaten bütün çocuklar ona suçlu gibi bakarken ne diyebilirdi ki? Bir ara göz göze geldi en sevdiği sınıf arkadaşı Hidayet’le... Hidayet gülümsedi, çaktırmadan şöyle bir salladı elini havada “Boşver” manasında, “boşver, üzülme...”
¡
Dandik asfaltta haldır haldır gitmeye başladılar, 1 kilometre, 2 kilometre, 3 kilometre... Yenişakran’a 4 kilometre kala, olanlar oldu, trafolar bölgesinde dik yokuşun sonundaki sert viraja daldı minibüs, “Fren boşaldı” diye bağırdı şoför, savruldular, korkuluk morkuluk yok tabii, uçtular Tütünlü Deresi’ne... Önce çığlıklar, 3 takla, 5 takla, darmadağın oldu, zaten darmadağın haldeki minibüs, sonra trajik sessizlik.
¡
İsmail oracıkta öldü. 9 yaşındaydı. Recep öldü, Murat öldü. 15’indeydiler. Ve, gülümseyerek kan kardeşine moral vermeye gayret eden Hidayet... Ambulanslar geldiğinde nefes alıp veriyordu hâlâ... Hastane, doktor, ameliyat, olmadı... Hidayet de gitti.
Ya Musa?
Kafası yarılmıştı, sağ el bileği ezik...
Hatta, o feci kazanın haberini yapan gazeteler, Musa’nın bandajlı fotoğrafını koymuşlardı, “Açılan kapıdan fırladı, kurtuldu” diye.
¡
Kurtulmuştu hakikaten Musa... Sağ çıkmıştı o tabut minibüsten... Ama kâbuslardan kurtulamadı... Hidayet her gece rüyasına giriyor, gene gülümseyerek “Boşver, üzülme” diyor ama, şoförün “Bak seni almak için durduk!” diye bağırması kulaklarından gitmiyordu, çın çın... Bıraktı okulu. Gitmedi bi daha.
¡
Ve, bir sene sonra...
¡
Bilirkişi, en fazla 12 yaşında olması gereken servis minibüsünün, daha eski, 15 yaşında olduğunu, frenlerin kazadan çok önce patlak olduğunu tespit etti; balatalar erimişti. Aslında servis minibüsü bile değildi, öyle olsaydı, “S” plaka taşımalıydı, taşımıyordu. Buna rağmen, hiç kimse şikâyetçi olmadı... Savcı hariç... Kamu adına dava açtı, bilirkişi raporunu koydu hâkimin önüne, hâkim de, hiç tereddüt etmeden 10 sene hapis verdi şoföre... Giden gitmişti ama, hiç olmazsa suç cezasız kalmamıştı.
¡
Ve, önceki gün...
Yıldönümüydü.
Kapıkaya Köyü’nün kabristanında anma töreni yapıldı. İsmail, Recep, Murat ve Hidayet’in ardından dualar edildi. Musa da oradaydı... Gene kenarda, gene boynu bükük. Ve gene, bir senedir her gördüğüne söylediği gibi, “Benim yüzümden, keşke düzlükte dursaydım, benim yüzümden” diye ağlıyordu. Ne büyükleri teselli edebiliyordu onu, ne mahkemenin verdiği adil karar rahatlatabilmişti vicdanını, ne de rüyasında “Boşver” diye gülümseyen Hidayet.
¡
Bitti tören.
Gitti evine.
Astı kendini Musa.
¡
Bir sene dayanabilmişti buna.
¡
Evet, Japonya değil burası...
Kimseden harakiri yapmasını beklemiyoruz.
Alışığız, istiflerini bozmayacaklarını, istifa etmeyeceklerini de biliyoruz. Ama “Sprey yüzünden oldu, yok efendim buzullar eridi, dünyanın suçu” filan, ayıptır beyler.
¡
Başta minik Dila... 30 küsur günahsız sel kurbanından utanmıyorsunuz, bari, Musa’nın yüreğinden utanın da, hiç olmazsa bir özür dileyin.

Yılmaz Özdil 16.09.2009, Hürriyet

10 Eylül 2009 Perşembe

“Nereden çıktı bu adamlar?”

BAZILARI hayretle soruyor:
“Nereden çıktı bu adamlar?”
Yooo, bu adamlar ne gökten zembille indiler, ne de yerin yedi kat altındaydılar; buradaydılar, aramızdaydılar, kimi saklanarak, kimi aldatarak, kimi takiyye yaparak...
Onun için, “Nereden çıktı bu adamlar?” demek cahillik değilse, saflıktır.
Ümit Zileli geçen gün “İbret olsun!” diye söylüyordu.
“Adam, İstiklal Savaşı’nı bile küçümsüyor, bu savaşın İstiklal Savaşı değil, basit bir Türk-Yunan Savaşı olduğunu yazabiliyor!”
Bu da yeni değil, bir zamanlar toprağı bol olsun, ünlü bir romancımız da, avanesi de aynı şeyleri söylüyordu.
“Sarı Paşa kafayı çekmiş, Samsun’a çıkmış!”
* * *
ONLAR ne derse desin, bu ulusun insanlarının yüreğinden Mustafa Kemal sevgisini söküp alamazlar.
Beyoğlu’nda bir seyyar satıcı vardır; şöhretli, ünlü meşhur adamların büyük boy fotoğrafları, posterleri vardır, onları satar: Futbolcular, sinema oyuncuları, şarkıcılar...
Geçen gün baktık, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın, Atatürk’ün, kalpaklı bir fotoğrafı.
Sorduk:“En çok hangisi gidiyor?”
“Atatürk fark atar abi, en çok Atatürk posteri satarım!”
Biraz ileride bir kasetçi, sesi yükseltmiş, Âşık Mahzuni’nin bir türküsü:
“Sarı saçlım, mavi gözlüm, gel gayri!”
Varsın onlar, laik cumhuriyetin de, Gazi Mustafa Kemal’in de, artık sonu geldi sansınlar, şu iki küçük örnek “bunlar”a yeter.
* * *
DEDİK ya, bu adamlar hep vardı, hep olacaklar...
Başbakan geçen gün itiraf etti:“Bu memleketin tamamı biz değiliz!”
Biz de öyle, öyle olduğumuzu bileceğiz, dalga dalga üzerimize gelseler bile bir taş sökemeyecekler.
* * *
ANADOLU’da İstiklal Savaşı başlarken de “onlar” vardı.
Siz, Kurtuluş Savaşı’na herkesin koşarak katıldığını mı sanıyorsunuz?
Albay Bekir Sami Günsav’ın anılarında vardır...
İzmir’de 17. Kolordu Komutanı esir düşünce yerine Albay Bekir Sami Bey atanır,
Albay hem 56. tümen komutanıdır, 17. Kolordu Komutanlığı’na da vekâlet edecektir.
* * *
BEKİR Sami Bey Anadolu’ya gelir, ilk ilçede Yunan bayrakları, zafer takları ve Venizelos’un resimleri vardır.
Tümen komutanına emreder:
“Üç saat içinde bütün Yunan bayrakları toplanacak ve taklar yıkılacak. Mukavemet edeni vurun, eğer görevinizi yapmazsanız ben sizi vuracağım.”
Yunanlılar, İzmir’den sonra Urla, Çeşme, Manisa, Menemen, Nazilli, Akhisar’ı da işgal ederler.
Bir ilçenin işgalinden önce, Albay Bekir Sami Günsav, halkın ileri gelenlerini toplayarak, Yunanlılara karşı direnilmesini, mücadele edilmesini, vatan ve namusun tehlikede olduğunu söyler...
Sarıklı ve cüppeli bir adam ayağa kalkar:
Namus, vatan ve ırzı hükümet düşünsün, alnımıza ne yazılmışsa biz ona razıyız. Yunanlılar buraya gelirse sizinle görüşmemiz bile felaketimize sebep olacaktır.”
Bekir Sami Bey anılarında bu olayı şöyle noktalar:
“Savaş yılgınlığı, sefil bir yönetimin aşıladığı teslimiyet düşüncesi, Rum propagandası bu hale sokmuştur. Bu ne acı gerçekti, hepsini kovdum.”
* * *
DEMEK ki “Nereden çıktı bu adamlar?” diye sorup hayret etmenin gereği yok!
Bu adamlar hep vardı, Albay Bekir Sami Günsav’ların da olduğu gibi...

Hasan Pulur 10.09.2009, Milliyet

4 Eylül 2009 Cuma

Karanlık Kurgu!..

Siz bakmayın İçişleri Bakanı Atalay yine hiçbir şey söylemedi diyenlere…
Bakan, öyle şeyler söyledi, öyle mesajlar verdi ki, önümüzdeki süreçte iktidar ve işbirlikçilerinin neleri kotarmaya çalışacakları son derece net biçimde ortaya çıktı!..
Atalay, özellikle iki net mesaj verdi.
İlk mesaj Genelkurmay Başbakanı’na yönelikti:
-Öncelikle şu bölünme sendromundan kurtulmamız gerekiyor… Üniter devlet yapısının sürekli gündeme getirilmesi bizce özgüven eksikliğinin sonucudur.
Bakanın bu sözleri zaten günlerdir işbirlikçi kalemlerin döne döne yazdıkları konunun özüydü!.. İkinci mesaj ise daha da açıklayıcıydı…
Sivil olmayan anayasanın değişmesi gerektiğini, bunun büyük bir toplumsal talebe dönüşmeye başladığını özenle vurguladıktan sonra aynen şöyle dedi:
-Siyaset kurumumuz, parlamentomuz inşallah bu talebi dikkate alır…
Bu sözleri söyleyen sanki iktidarın içişleri bakanı değil de, esnaf odası başkanı ve de temennilerini dile getiriyor!..
-Cingözlük de işte tam bu noktada sırıtıyor!..
***
İçişleri Bakanı, ardından aynen şu açıklamayı yaptı:
-Bununla birlikte hükümetimiz şu anda, bu açılımla ilgili bir anayasa değişikliğini gündemine almamıştır…
Niçin almamıştır?..
Madem bu denli büyük toplumsal talep var, madem bu denli yaşamsal bir durum söz konusu, niçin geri durulmuştur?.
Gerek yoktur da onun için!..
Bırakacaklar, önce işbirlikçi kalemler iyice pişirsin, hazırlasın, servis etsin, sonrası gayet kolay!..
Nitekim, bildiğiniz zevat, daha bakan konuşmadan hücuma geçmişti bile!..
Hepsine yerim yetmeyeceği için en çarpıcı olanlarını aktarayım:
Cengiz Çandar, Referans gazetesinde “Üniter devlet=Türk ulus devleti mi?” başlıklı yazısında, anayasanın değiştirilemez, değiştirilmesi teklif bile edilemez 3. maddesinin kutsal bir yanı olmadığını ve TC anayasasının bu tür maddelerinin bir gün mutlaka değiştirileceğini söylüyor, bunu bir kenara not etmemizi tavsiye ediyordu…
Anayasanın 3. Maddesi ne mi diyor?.
-Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanunda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Milli marşı ‘İstiklal Marşı’dır. Başkenti Ankara’dır.
İsmet Berkan da, Radikal’deki yazısında 3. Maddede yazılı olan “ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlük” cümlesine itiraz ediyor ve aynen şöyle diyordu: “milletiyle bölünmez bütünlük’ü anlamıyorum. Gerçekten anlamıyorum. Eğer biz millet olarak ‘bölünmez bütün’sek, o zaman mesela yurtdışına çıkmamalıyız, çünkü bu ‘bütün’ün küçük bir parçasının geçici veya kalıcı olarak ‘bölünmesi’ anlamına gelebilir!.”
Beyni, algılama yeteneği bu denli kısır kalmış, okuduğu maddeyi anlamaktan bile aciz bu kişi yalnızca köşe yazarı değil, aynı zamanda gazetenin en tepe noktasında yönetici, gerçekten çok yazık…
Tabii bunlara, Yasemin Çongar’ın “Bu anayasa ile olmaz” yazısını, DTP Genel Başkanı Ahmet Türk’ün, “mevcut anayasa ile mümkün değil” sözlerini ve DTP Milletvekili Aysel Tuğluk’un, “ayrılmayı tartışabiliriz” açıklamasını da eklemek gerek!..
İşte o zaman İçişleri Bakanı Atalay’ın sözleri anlam kazanıyor..
-İşte o zaman, insan zekâsıyla alay eden “karanlık kurgu” tüm haşmetiyle ortaya çıkıyor!.

Bir Yurtsevere mektup (XXIV)

Sevgili kardeşim Balbay, alacakaranlık kuşağına hapsolmuş bir ülkede, gözlerimiz açık kâbus gördüğümüz acıklı bir süreçten geçiyoruz…
Koskocaman, eşsiz güzellikte ve ağır yaralı zavallı ülkemizin nasıl bir savruluş içinde olduğunu görmek, izlemek o denli ıstırap verici ki…
Sanki bir asır öncesini yaşıyoruz; dışarıdakiler ve içerdekiler açık açık ülkenin nasıl, hangi yöntemle parçalanması gerektiğini yazıyor, çiziyor, konuşuyorlar…
Tabii, insan hakları ve demokrasi çerçevesinde!..
Her zaman olduğu gibi, yine küçük bir ayrıntıyı göz ardı ediyorlar; daha geçenlerde bir ABD üniversitesi raporunda, “olmadığı söylenen” Türk ulusunu!!!
Sevgili kardeşim, seni ve tüm yurtseverleri, dışarıdaki milyonlar adına bir yurtseverin tüm kararlılığı, direnci, gücü ve sıcaklığıyla kucaklıyorum…

Ümit Zileli, 03.09.2009 Cumhuriyet