30 Mart 2007 Cuma

BU ÜLKENİN AYDINLIK İNSANLARI, SİZE CUMHURİYET YAKIŞIR!

İKİ “ Sayın” BİR “ Kelle”

Yalnızca işgal ettiği makama saygımdan dolayı isminin önüne “Sayın”ı eklemek zorunda kaldığım RTE geçen gün kameraların önünde sesleniyordu:

"Biz laik bir devletiz ifadesi yanlıştır, eksiktir... Biz demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletiyiz..."

Cumhuriyet’in kazanımlarını içine sindiremeyen, rejime muhalif, demokrasiyi zamanı geldiğinde inilmesi gerekilen bir tramvay olarak belirten, hukuku çiğneyen RTE bu aralar oldukça sinirli.

“Kurban olam ayına yıldızına” afişleriyle (nedense! Güneydoğu dışında) tüm Türkiye’yi donatan sayın Başbakan’ın 2000 yılında konuk olduğu Avustralya’nın bir yerel radyosunun ses kayıtları gündeme bomba gibi düştü.

Bu ses kayıtlarında, Türkiye’yi sekiz parçaya bölen eyalet sistemini dile getiren Evren Paşa’ya en büyük desteği veren, 35.000 vatandaşımızın katili terörist başı Abdullah Öcalan’ı “Sayın” diyerek onurlandıran RTE aynı zamanda şehitlerimizi de “kelle” olarak adlandırmış.

Yedi yılda değişerek geliştiğini söyleyen RTE’nin hiçbir söylemi beni şaşırtmıyor artık. Yedi yıl önce sayın dediği teröristin en büyük hayali olan Kürt devletinin gerçekleştirilmesine olanak veren BOP’un (Büyük Ortadoğu Projesi) eş başkanı sıfatı taşıması, sizde takdir edersiniz ki büyük bir gelişim!

Cumhurbaşkanı Sayın Ahmet Necdet Sezer’in belirttiği gibi kurtuluş ve kuruluşundan sonra en ağır, bunalımlı günlerini yaşayan Türkiye Cumhuriyeti’nin her ne kökenden olursa olsun vatandaşlarının tepkisizliğine, uyuşmuşluğuna ise bir anlam veremiyorum.

Cumhurbaşkanlığı seçimini, bana göre açılımı Arap ve Kürt Partisi olan ve bu görüşümü dört yıldır icraatlarıyla pekiştiren AKP’ye bırakmak, toprakları üzerinde yaşadığımız bu vatana yapılacak en büyük ihanettir.

31 Mart Antalya Mitingi hangi safta yer aldığınızı belirlemeniz bakımından büyük bir fırsattır.

Bu ülkenin aydınlık insanları, bu cumartesiyi herşeyimizi borçlu olduğumuz Cumhuriyeti’mize ayırınız.

İyi haftasonları.

29 Mart 2007 Perşembe

Antalya Cumhuriyet'e sahip çıkıyor. Peki ya siz?

Tuncay Özkan'ın da konuşmacı olarak katılacağı Antalya Miting'ine tüm yurtseverler davetlidir.
" SEN GELMEZSEN BİR EKSİĞİZ "

25 Mart 2007 Pazar

Yaverinden bir anı ...


Gazi Çiftliğinde dolaşıp hava alırken oldukça yaşlı bir kadına
rastladık. Atatürk attan inerek bu ihtiyar kadının yanına sokuldu.

- Merhaba nine

Kadın, Ata'nın yüzüne bakarak hafif bir sesle;

- Merhaba dedi.

- Nereden gelip nereye gidiyorsun? Kadın şöyle bir duralayıp,

- Neden sordun ki, dedi. Buraların sabısı mısın? Yoksa
bekçisi mi?

Paşa gülümsedi.
- Ne sahibiyim ne de bekçisiyim nine. Bu topraklar Türk Milleti’nin
malıdır. Buranın bekçisi de Türk Milleti’nin kendisidir. Şimdi
nereden gelip nereye gittiğini söyleyecek misin? Kadın başını
salladı.

- Tabii söyleyeceğim, ben Sincan'ın köylerindenim bey, otun güç
bittiği, atın geç yetişdiği kavruk köylerinden birindeyim. Bizim
mıhtar bana bilet aldı trene bindirdi, kodum Angara'ya geldim.

- Muhtar niçin Ankara'ya gönderdi seni?

- Gazi Paşamızı görmem için. Başını pek ağrıttım da....Benim iki
oğlum gavur harbinde şehit düştü. Memleketi gavurdan kurtaran
kişiyi bir kez görmeden ölmeyeyim diye hep dua ettim durdum.
Rüyalarıma girdi Gazi Paşa. Bende gün demeyip mıhtara anlatınca, o
da bana bilet alıverip saldı Angaraya, giceleyin geldimdi. Yolu
neyi de bilemediğimden işte ağşamdan belli böyle kendimi ordan
oraya vurup duruyom bey.

- Senin Gazi Paşa'dan başka bir isteğin var mı? Kadını birden yüzü sertleşti.

- Tövbe de bey tövbe de! Daha ne isteyebilirim ki...O bizim
vatanımızı gurtardı. Bizi düşmanın elinden kurtardı.
Şehitlerimizin mezarlarını onlara çiğnetmedi daha ne isteyebilirim
ondan? Onun sayesinde şimdi istediğimiz gibi yaşıyoruz. Şunun
bunun gavur dölünün köpeği olmaktan onun sayesinde kurtulmadık mı?
Buralara bir defa yüzünü görmek, ona “sağol paşam! ” demek için
düştüm. Onu görmeden ölürsem gözlerim açık gidecek. Sen efendi bir adama benziyon, bana bir yardım ediver de Gazi Paşayı bulacağım yeri deyiver.

Atatürk'ün gözleri dolu dolu olmuştu, çok duygulandığı her halinden belliydi. Bana dönerek,
- Görüyorsun ya Gökçen, işte bu bizim insanımızdır...Benim köylüm,
benim vefalı Türk anamdır bu.

Attan indim. Yaşlı kadının elini tuttum: anacığım dedim, sen gökte aradığını yerde buldun, rüyalarını süsleyen, seni buralara kadar koşturan Gazi Paşa yani Atatürk işte karşında duruyor.

Köylü kadın bu sözleri duyunca şaşkına döndü. Elindeki değneği
yere fırlatıp, Atatürk'ün ellerine sarıldı. Görülecek bir
manzaraydı bu. İkisi de ağlıyordu. İki Türk insanı biri kurtarıcı,
biri kurtarılan, ana oğul gibi sarmaş dolaş ağlıyorlardı. Yaşlı
kadın belki on defa öptü Ata’nın ellerini. Ata da onun ellerini
öptü. Sonra heybesinden küçük bir paket çıkarttı. Daha doğrusu
beze sarılmış bir köy peyniri. Bunu Atatürk'e uzattı;

- Tek ineğimim sütünden kendi ellerimle yaptım Gazi Paşa, bunu sana hediye getirdim. Seversen gene yapıp getiririm. Paşa hemen orada bezi açıp peyniri yedi. Çok beğendiğini söyledi.

Sonra birlikte köşke kadar gittik. Oradakilere şu emri verdi;

"Bu anamızı alın burada iki gün konuk edin. Sonra köyüne götürün.

Giderken de kendisine üç inek verin benim armağanım olsun."

24 Mart 2007 Cumartesi

2007 Türkiye’si ve Türk Turizmi


Özelde Antalya genelde Türk Turizmi’nin içinde yaşanan sorunların, Türkiye’nin sorunlarından arındırılarak ele alınmasının çok gerçekçi olmayacağı düşüncesindeyim.

Türkiye’deki turizm hareketlerinin, on yedi farklı sektörde dolaylı olarak istihdam ve ekonomik canlılık yarattığı gerçeğini de göz önünde tutarak, turizm sektörünün sorunlarını sadece kendi bünyesi içinde işlemek ve yorumlarda bulunmaktan özenle kaçınıyorum.

“Her yılın geçen bir yılı arattığı” ortak görüşünde birleşen turizmcilerin bu kaderi, ne yazık ki 2007 yılında da değişmeyecektir. Çünkü 2007, gerek içinde bulunduğumuz coğrafyada yaşananlar, gerekse ülke içindeki gelişmeler nedeniyle şimdiden kayıp yıl olarak ifade edilmektedir.

Aylar öncesinden başlayan Cumhurbaşkanlığı ve genel seçimler gerginliği Türk iç-dış devlet politikalarını, Türk Ekonomisini, Türk Sanayisini, Türk Tarımını, Türkiye – Avrupa Birliği ( AB ) ilişkileri ile Türk Turizmini de derinden etkileyeceği gerçeği apaçık ortadadır.

ABD’nin Irak’tan sonra İran’a düzenleyeceği saldırı olasılığı, Irak’taki iç savaş halinin devamı, Kuzey Irak ile yaşanan gerginlikler ve Kerkük olaylarının çok yakınımızda cereyan edeceği malumunuzdur.

AB ile ilişkilerimiz kopma noktasına gelmiştir. Özellikle Hrant Dink cinayeti ile artan sözde Ermeni Soykırımını tanıma baskılarını reddeden ve haklı olan bu davasında, dış politika yetersizliğinden dolayı kendisini doğru biçimde ifade edemeyen Türkiye’nin, dünyada ve Avrupa’daki artan kötü imajı da 2007 yılında Türk Turizmi’ni yaralayan bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bir Turizm Devlet Politikası’nın eksikliğini en çok hissedeceğimiz 2007 yılında, Turizm ve Kültür Bakanı sayın Atilla Koç’un sektöre olan dar bakış açısının ve gaflarının ise hesaba katılmayan bir handikap olacağını sanmıyorum.

Tüm bu olumsuzluklara ve “ ülkelerin coğrafyaları, ülkelerin kaderlerini belirler” diyen Napolyon’a inat, 2007 yılının envanterlere kayıp yıl olarak geçmesini, Türk Turizm sektörünün deneyimli, bilgili ve aydın yöneticilerinin önleyebileceğini ümit ediyorum.

İyi sezonlar.

21 Mart 2007 Çarşamba

Ses Veriniz !


Rüyalarına girdiğinden eminim...

Cumhuriyet Gazetesi'nin çarpıcı reklamlarının, Sayın! Başbakan'ın rüyalarına girdiğinden artık eminim!

Soğuk terler dökerek uyandığında, Emine Hanım'a da "Cumhuriyeti Cumhur korur" dediğini duyar gibiyim.

Korkuyorlar...

Rte'nin "öcü gibi" gösterildiğine dair şikayeti de; Dengir Fırat'ın "50 yıldan beri gelemeyen 'irtica' nasıl olurda bir tehdit oluşturur,anlamıyorum!" gibi densiz açıklamaları da; bu korkunun birer sonucudur.

Türk Halk'ının, bu cumhurbaşkanlığı seçiminin, ülkenin rejimi ve bölünmez bütünlüğü açısından hayati değer taşıdığının, farkına varmasından korkuyorlar.

Ilımlı İslam kılıfına sakladıkları irtica hayallerinin, bu kadar yaklaşmışken son anda suya düşmesinden; ettikleri yeminleri, 354 vekilden sadakat sözü almalarına rağmen, yerine getiremeyecek olmalarından korkuyorlar.

Bu korkularında da yerden göğe haklılar…

Haklılar çünkü;

Tehlikenin farkında olan, Kemalist aydınlanmayı yüreklerinin en derinliklerinde hisseden Türk Gençliği var.

Köşelerini, ruhlarını, kişiliklerini satılığa çıkarmamış, bu ülkenin yüz akı gazetecileri, aydınları ve yurtseverleri var.

Ulusal çıkarları koruyan, ülkenin menfaatlerini her şeyin üstünde tutan bir Cumhurbaşkanı var.

Bu ülkenin her yıl Anıtkabir’e koşan milyonları var.

Mustafa Kemal’in ilke ve devrimlerini özümsemiş, Cumhuriyet’in kazanımlarına her daim sahip çıkan bir Türk Ulusu ve bu ulusun bağrından kopan bir Türk Silahlı Kuvvetleri var.

“Cumhurbaşkanı olmasaydım, öğretmen olurdum” diyerek onurlandırılan en büyük devrimcinin öğretmenleri ve onların yetiştirdiği aydın öğrencileri, üniversitelileri, profesörleri, yargıçları, cumhuriyet savcıları, ‘milletin efendisi’ gerçek üretici köylüleri, işçileri ve kadınları var.

“Türkiye üzerine hayal kuranların, kabusu olurum” diyen bir Genelkurmay Başkanı var.

Ulusal Egemenlik Bayramı’nı hediye ettiği Mustafa Kemal’in çocukları var.

Karamsar olmayınız.

Sahip olduğumuz bu gücün farkına varmalıyız.

Bu gücü ortak bir harekete dönüştürecek dinamizmi yaratmalıyız.

Size artık bu sese kulak veriniz demiyorum!

Lütfen artık Ses Veriniz!!!

“Cumhuriyet’in başına bu da mı gelecekti” değil!

“Cumhuriyet’in başına bu ve bunun gibiler gelemeyecektir” diyoruz.

Tıpkı “Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi olamaz” diyen Mustafa Kemal gibi.

Mustafa Kemal’in evlatları olan bizlere yakışacak bir duruş ve cesaret ile.

Ses veriniz!

17 Mart 2007 Cumartesi

Bir Anı


Cumhuriyetin ilanından sonra ziyarete gelen Yugoslav Kral Aleksandr ile Mustafa Kemal, İstanbul Dolma Bahçe’de sohbet ederken konu birden bire değişir.

Yugoslav Kral: “Ekselans”, der.

“Biz Türkleri çok severiz. O kadar çok ki, vaktiyle Birinci Cihan Harbi’nin sonunda Llyod George, Batı Anadolu’yu Yunanistan’a teklif etmeden evvel, bize teklif etmişti. Fakat biz Yugoslavlar, Türkleri çok sevdiğimiz için İngiltere’nin bu önerisini kabul edip Anadolu seferine çıkmadık”

diyerek bir tebessüm ve teşekkür beklerken Mustafa Kemal’den gelen cevap sarsıcıdır:

“ Büyük geçmiş olsun, majesteleri…”

Cesur olmak mühimdir; çünkü cesaretin bittiği yerde esaret başlar.

İyi haftasonları...

16 Mart 2007 Cuma

Sesleniş...


Dağ gibi karayağız birer delikanlıydık. Babamız, sırtında yük taşıyarak getirirdi aşımızı, ekmeğimizi.

Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken bizler bir mumun ışığında bitirdik kitaplarımızı. Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya. Ecelsiz öldürüldük. Dövüldük, vurulduk, asıldık.

Vurulduk ey halkım, unutma bizi...

Yoksulluğun bükemediği bileklerimize çelik kelepçeler takıldı. İşkence hücrelerinde sabahladık kaç kez. İsteseydik, diplomalarımızı, mor binlikler getiren birer senet gibi kullanırdık. Mimardık, mühendistik, doktorduk, avukattık. Yazlık kışlık katlarımız, arabalarımız olurdu. Yüreğimiz, işçiyle birlikte attı. Yaşamımızın en güzel yıllarını, birer taze çiçek gibi verdik topluma. Bizleri yok etmek istediler hep.

Öldürüldük ey halkım, unutma bizi...

Fidan gibi genç kızlardık. Hayat, şakırdayan bir şelale gibi akardı gözbebeklerimizden. Yirmi yaşında, yirmi bir yaşında, yirmi iki yaşında, işkencecilerin acımasız ellerine terk edildik. Direndik küçücük yüreğimizle, direndik genç kızlık gururumuzla. Tükürülesi suratlarına karşı bahar çiçekleri gibi, taptaze inançlarımızı fırlattık boş birer eldiven gibi. Utanmadılar insanlıklarından, utanmadılar erkekliklerinden.

Hücrelere atıldık ey halkım, unutma bizi...

Ölümcül hastaydık. Bağırsaklarımız düğümlenmişti. Hipokrat yemini etmiş doktor kimlikli işkencecilerin elinde öldürüldük acınmaksızın. Gelinliklerimizin ütüsü bozulmamıştı daha. Cezaevlerine kilitlenmiş kocalarımızın taptaze duygularına, birer mezar taşı gibi savrulduk. Vicdan sustu. Hukuk sustu. İnsanlık sustu.

Göz göre göre öldürüldük ey halkım, unutma bizi...

Kanserdik. Ölüm, her gün bir sinsi yılan gibi dolaşıyordu derilerimizde. Uydurma davalarla kapattılar hücrelere. Hastaydık. Yurtdışına gitseydik kurtulurduk belki. Bir buçuk yaşındaki kızlarımızı öksüz bırakmazdık. Önce kolumuzu, omuz başından keserek yurtseverlik borcumuzun diyeti olarak fırlattık attık önlerine. Sonra da otuz iki yaşında bırakıp gittik bu dünyayı, ecelsiz.

Öldürüldük ey halkım, unutma bizi...

Giresun'daki yoksul köylüler, sizin için öldük. Ege'deki tütün işçileri, sizin için öldük. Doğu'daki topraksız köylüler, sizin için öldük. İstanbul'daki, Ankara'daki işçiler, sizin için öldük. Adana'da, paramparça elleriyle, ak pamuk toplayan işçiler, sizin için öldük.

Vurulduk, asıldık, öldürüldük ey halkım, unutma bizi...

Bağımsızlık, Mustafa Kemal' den armağandı bize. Emperyalizmin ahtapot kollarına teslim edilen ülkemizin bağımsızlığı için kan döktük sokaklara. Mezar taşlarımıza basa basa, devleti yönetenler, gizli emirlerle başlarımızı ezmek, kanlarımızı emmek istediler. Amerikan üsleri kaldırılsın dedik, sokak ortasında sorgusuz sualsiz vurdular.

Yirmi iki yaşlarındaydık öldürüldüğümüzde ey halkım, unutma bizi...

Yabancı petrol şirketlerine karşı devletimizi savunduk; komünist dediler. Ülkemiz bağımsız değil dedik; kelepçeyle geldiler üstümüze. Kurtuluş Savaşı'nda emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağımızı daha da dik tutabilmekti bütün çabamız. Bir kez dinlemediler bizi. Bir kez anlamak istemediler.

Vurulduk ey halkım, unutma bizi...

Henüz çocukluğumuzu bile yaşamamıştık. Bir kadın eline değmemişti ellerimiz. Bir sevgiliden mektup bile alamamıştık daha. Bir gece sabaha karşı, pranga vurulmuş ellerimiz ve ayaklarımızla çıkarıldık idam sehpalarına. Herkes tanıktır ki korkmadık. İçimiz titremedi hiç. Mezar toprağı gibi taptaze, mezar taşı gibi dimdik boynumuzu uzattık yağlı kementlere.

Asıldık ey halkım, unutma bizi...

Bizi öldürenler, bizi asanlar, bizi sokak ortasında vuranlar, ağabeyimiz, babamız yaşlarındaydılar. Ya bu düzenin kirli çarklarına ortak olmuşlardı ya da susmuşlardı bütün olup bitenlere. Öfkelerini bir gün bile karşısındakilere bağırmamış insanların gözleri önünde öldürüldük. Hukuk adına, özgürlük adına, demokrasi adına, Batı uygarlığı adına, bizleri, bir şafak vakti ipe çektiler.

Korkmadan öldük ey halkım, unutma bizi...

Bir gün mezarlarımızda güller açacak ey halkım, unutma bizi...

Bir gün sesimiz, hepinizin kulaklarında yankılanacak ey halkım, unutma bizi.

Özgürlüğe adanmış bir top çiçek gibiyiz şimdi, hep birlikteyiz ey halkım, unutma bizi, unutma bizi, unutma bizi...

Uğur Mumcu
Cumhuriyet, 25 Ağustos 1975

13 Mart 2007 Salı

Mustafa Kemal'i Sevmek


Sevmek…

Mustafa Kemal'i sevmek…

Özgürlüğü ve bağımsızlığı sevmek…

Bunları karakter, yani ruh, öz, omurga olarak kabul edenleri sevmek.

Mustafa Kemal'i sevmek… Fikri hür, ilmi hür, irfanı hür olanları sevmek…

Mustafa Kemal'i sevmek…

Yoksul, yürekli, namuslu,yalansız, riyasız, pazarlıksız…Tertemiz alnından vurulup düşen hem de daha , bir tek kurşun atmadan, o istedi diye Allah deyip şehitlik için ileri atılan dedelerimiz, Eğinli dedem, Ali Çavuş gibi sevmek…

Mustafa Kemal'i sevmek …

Kopan bacağını tüfeğinin dipçiğinin kayışıyla bağlayıp savaşarak ölen Ezineli Yahya Çavuş gibi sevmek… Çanakkale'de 19. Tümen 'in her bir neferi gibi sevmek…

Sevmek… Ölmeyi emreden birini, Mustafa Kemal'i sevmek… Ölenleri dün olduğu gibi bugün de anlamak:

"Benimle beraber burada muharebe eden askerler kesin olarak bilmelidir ki, bize verilen namus görevini eksiksiz yapmak için bir adım geri gitmek yoktur. Uyku, dinlenme aramanın, bu dinlenmeden yalnız bizim değil, bütün milletimizin sonsuza kadar mahrum kalmasına sebep olacağını hepinize hatırlatırım."

Sevmek …Mustafa Kemal'i sevmek… Dün olduğu gibi bugün de bir adım geri gitmeyenleri ,gitmeyecekleri sevmek…

Mustafa Kemal'i Sevmek… Ölümden kaçarken durup onu dinleyip ölüme koşmak…

Sabah saatlerinde Mustafa Kemal 57.Alay'ı bir batarya ile Koca Çimen Tepe istikametinde harekete geçirdi. Kendisi de durumu izlemek için Conk Bayırı'na çıktığında Arı Burnu tarafından erlerin çekilmekte olduğunu gördü. Seslendi:

"Niçin kaçıyorsunuz?"

"Efendim düşman" dediler

"Nerede?"

"İşte, diye 261 rakımlı tepeyi gösterdiler.

Düşmanın bir avcı hattı 261 rakımlı tepeye yaklaşmış ve ileri doğru yürüyordu. Askerlere,

"Düşmandan kaçılmaz" dedi.

"Cephanemiz kalmadı" dediler.

"Cephaneniz yoksa, süngünüz var," dedi. "Ve bağırarak süngü taktırdı. Yere yatırdı... Ölmeyi emretti…Öldüler…

O anlatıyor:

"Yalnız size 'Bomba Sırtı olayını' anlatmadan geçemeyeceğim. Karşılıklı siperler arasında mesafemiz 8 metre, yani ölüm kesin... Birinci siperdekiler hiç biri kurtulamamacasına hepsi düşüyor; ikincidekiler onların yerine giriyor. Fakat ne kadar imrenilecek bir soğukkanlılık ve tevekkülle biliyor musunuz? Öleni görüyor, 3 dakika kadar sonra öleceğini biliyor, en ufak bir duraksama bile göstermiyor. Sarsılmak yok! Okuma bilenler ellerinde Kuran-ı Kerim, cennete girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler Kelime-i Şahadet getirerek yürüyorlar. Bu, Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren hayrete ve tebrike değer bir örnektir. Emin olmalısınız ki Çanakkale Muharebesini kazandıran bu yüksek ruhtur."…'

Mustafa Kemal'i sevmek… Ölesiye sevmek… Dün değil bugün gibi sevmek… Bugün de ölmeyi bilmek..

Ölen çocuklarının ardından Avusturalyalı annelerin acısını dindiren,onlara :
"Bu memlekette kanlarını döken kahramanlar! Burada bir dost vatanın toprağındasınız huzur içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlâtlarını harbe gönderen analar, gözyaşlarınızı siliniz. Evlâtlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler, onlar bu topraklarda canlarını verdikten sonra artık bizim evlâtlarımız olmuşlardır."


Diyebilen Mustafa Kemal'i sevmek.

"Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu.Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birdenbire beş adım sağında onu gördü.

Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saati sordu
Paşalar: "Üç", dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar,
eğildi, durdu.
Bıraksalar
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkla akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon ovasına atlayacaktı" …

Atladı…Bir ayağı İzmir' de bir ayağı Ankara'da dimdik durdu… Sevmek.. Mustafa Kemal'i Nazım gibi sevmek…



Cumhuriyetini emanet ettiği gençler gibi sevmek… 23 Nisan çocukları gibi sevmek. Dünyanın en aydınlık yüzü Türk kadınları gibi sevmek…

Mustafa Kemal'i sevmek… Kütahya'da Kurtuluş savaşının ortasında, 2 yıldır görmediği oğlunun sekiz ay önce hastalıktan öldüğünü duyup el defterine, " oğlum İzzet sekiz ay önce ölmüş." diye not düşüp savaşa devam eden, İsmet Paşa kadar sevmek…

Osmanlı Genelkurmay Başkanı ve Mareşali iken rütbelerini sıyırıp, onunla Anadolu'ya geçip yeniden kavgaya tutuşacak Fevzi Çakmak Paşa kadar sevmek.

Mustafa Kemal'i sevmek… Erzurum'da bir yalnız adama, silahlarını teslim etmemiş tek Osmanlı ordusu olan 9 kolorduyu kendisiyle birlikte teslim edecek kadar çok inanıp, emrine girip, cenk edip, barışta karşı durup, ciltlerce kitap yazacak Kazım Karabekir Paşa kadar sevmek…

Mustafa Kemal'i sevmek…Yağan yağmur altında,ayaklar çıplak yürürken hastalıktan,açlıktan ateşler içinde yanan bebesinin üzerindeki örtüyü alıp, cephane yüklü kağnının üzerine örten analar kadar sevmek…

Mustafa Kemal'i sevmek… Kadın olup aşık olduğun adamdan, evladından, anandan, babandan daha çok sevmek Mustafa Kemal'i…

Anlamak o kadınları, onları anlamak için kendilerini kurtarmaya gelen askerleri " Kemal'in askerleri" diye selamlamalarını anlamak, Afyon'da, Antep 'de, Maraş 'da, Eskişehir'de yani Anadolu'da, düşman işgali altında tecavüze uğrayıp, ölmemek…O acılar içinde sağ kalmak…Herkesin sattığı, terk ettiği, arkadan vurduğu ,hançerlediği bir halkı elinden tutup kaldırmak. Yokluğunu yokluklarına, gözyaşlarını gözyaşlarına, azmini, azimlerine ekleyip onlara haydi diyebileni sevmek… Yaşama azminin adının Mustafa Kemal olmasını anlamak… Namusun adının Mustafa Kemal olmasını, onurun, erdemin adının Mustafa Kemal olmasını anlamak… Bu toprağın kadını, erkeği, evladı olmak…

Mustafa Kemal'i sevmek, tecavüze uğrayan o Anadolu kadınları gibi sevmek, tecavüzden kurtarılan o Anadolu kadınları analarımız, bacılarımız, kardeşlerimiz gibi sevmek… Dinimizi, milletimizi, devletimizi kurtaranları, Kemal'in askerlerini sevmek… Acıyı bilenler, unutmayanlar,unutmayacaklar gibi sevmek…

Mustafa Kemal'i namus bilmek…

Sevmek… İzmir'de ki o sevda anıtı gibi dimdik durmak…İzmir'e ilk giren Kemal'in askerlerinin Yunan askerleri tarafından şehit edilmesi üzerine o anıta Mustafa Kemal'in Türkiye'nin macerasını anlattığı Nutuk 'da kavgasının parolası ve işareti olarak yazdığı "Vatan ve Namus" diye yazan İzmirliler gibi sevmek ...

Mustafa Kemal'i sevmek… Vatan ve Namus gibi sevmek…

Mustafa Kemal'i Vatan ve Namus bilmek… Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür gençler gibi sevmek… Bağımsızlığı ve özgürlüğü sever gibi sevmek…Gelişmiş,büyük Türkiye'yi sevmek…

Cumhuriyet'i…Devrimciliği… Milliyetçiliği…Halkçılığı…Laikliği…Devletçiliği sever gibi sevmek…

Mustafa Kemal'i sevmek…

Anti emperyalizmi sever gibi, sömürgeciliğe karşı duranları sever gibi… Türkiye'nin çınarlarını, çiçeklerini,bozkırını, bataklıklarını,denizlerini, havasını, kuşunu, kurdunu sever gibi ….

Dünyanın aç ve yoksul çocuklarını sever gibi, çocuklarımızı sever gibi, insanları, doğayı sever gibi, dünyayı, iyiyi,doğruyu,güzeli sever gibi sevmek…

Ulusalcılar gibi sevmek…

Mustafa Kemal'i sevmek…

Kursağından haram lokma geçmemiş çocuklar gibi sevmek…

Hazreti Ömer'i bile kıskandıracak o büyük ahlakı sevmek… Yaratıp, kazanıp, anasının ak sütü gibi helal mallarının hepsini, ölünce milletine bağışlayanı sever gibi sevmek…

O'nun kalpaklı fotoğrafı ellerinde ,oğullarının al bayrağa sarılı naaşlarının önünde "Devlet , millet sağ olsun" diyen şehit anaları gibi sevmek…

Mustafa Kemal'i sevmek…

Elmalılı hoca Mustafa Yazır gibi , Tuncelili Diab Ağa gibi sevmek…

Kurtuluş savaşında tebdili kıyafet gezen Galip Hoca gibi sevmek…Sonra barışta Celal Bayar olup kavgalardan geçip, ölmeden önce " Atatürk seni sevmek ibadettir" diyerek sevmek…

İzmir'de Yunan'a ilk kurşunu sıkan gazeteci Hasan Tahsin'in ruhunu şad edip, beş yıl sonra düşmanı kovup namusu ve şerefi yerden kaldırıp; İzmir'de , büyük kısmı hain iğfasına uymuş, İstanbul gazetecilerini toplayıp:

" Türkiye basını, milletin hakiki sada ve iradesinin belirtisi olan Cumhuriyet'in etrafında çelikten bir kale vücuda getirecektir. Bir fikir kalesi, zihniyet kalesi. Basın mensuplarından bunu talep, Cumhuriyetin hakkıdır…" diyen Mustafa Kemal'i, doğumunun 125. yılında vefa ve minnet duygularıyla ilk günkü gibi sevmek…

O'na karşı görevini yerine getirememenin utancıyla manda yürekleri çatlayıp ölemeyenler, intihar bile edemeyen dönekler,korkaklar, alçaklar, hainler, satılmışlar gibi değil…

Mustafa Kemal'i Türk halkı gibi sevmek, Türk milleti gibi sevmek, Türkiye gibi sevmek, namuslu gazeteciler, yazarlar, yayıncılar gibi… Abartısız, yalansız, sade, duru, basit… Kanaltürk gibi sevmek…

Mustafa Kemal'i sevmek… Onun bildiği gibi, "memleketimizin halini, ihtiyacını milletimizin elemlerini ve emellerini" bilmek…

Mustafa Kemal'i sevmek…

Sevdasını Vatan…

Sevdasını Namus…

Sevdasını Bayrak…

Sevdasını Türkiye bilenler gibi sevmek…

Esaret altında yaşamaktansa…

Bu yoksul ve bitap milleti ayağa kaldıramamaktansa…

Onun kazanımlarını koruyamamaktansa…

Türkiye'yi muassır medeniyete, çağdaş; bilimde teknolojide, eğitimde, sağlıkta, adalette, emekte gelişmiş, çalışanın kazanacağı,eşit,kardeş, özgür insanların yaşadığı ülkelerin düzeyine ulaştıramamaktansa…

Türkiye'yi tam bağımsızlık ilkesiyle yönetememektense…

Türkiye'yi bilimden, aydınlıktan koparıp şeriata, karanlığa, irticaya, şeyhlere, tarikatlara teslim etmektense…

Dağlarda çoban ateşleri yakacaklar gibi sevmek…

Mustafa Kemal'i sevmek "Vatan ve Namus" demek…

Başka da hiçbir şey demek değil…

Düşmanlarına, döneklere, eski ve yeni mandacılara, takiyecilere, yalancılara, bin bir suratlı para kölelerine, mezarının önünde ağlayıp eğilip, sana ve devrimlerine kalleşlik edenlere inat…

Seni her zamankinden daha çok seviyoruz…

Doğumun, 125. yaşın kutlu olsun Mustafa Kemal…

Tuncay Özkan
21 Haziran 2006

11 Mart 2007 Pazar

'Artık Tek Türkiye Yok!'

Seymour Hersh 'i tanıyor musunuz?

Hani, ABD'nin Ebu Garib Cezaevi'nde yaptığı insanlık dışı işkenceleri ortaya çıkaran Pulitzer Ödüllü Amerikalı gazeteci... İşte Amerikan yönetiminin bir tenhada kıstırsa bir kaşık suda boğacağı bu arkadaş, şimdi de İsrail'in Irak, İran ve Suriye'de Kürtlere komando eğitimi verdiğini, birlikte eylemler yaptığını ortaya çıkardı!

- Vay vay vay!

Üstelik İsrail'in ileriye dönük hesaplarını da bir bir ortaya döktü. Hersh'in olanca açıklığıyla ortaya koyduğu bilgilere göre, ABD'nin Irak'ta başarısız olduğunu gören İsrail, kendi kontrolünde bağımsız bir Kürt devleti için kolları sıvadı!

Peki, AKP iktidarı, ABD ve İsrail'in yoğun bir şekilde üzerinde çalıştığı, üstelik başkentini petrolün kaynağı Kerkük olarak belirlediği ''Kürt devleti'' oyunu karşısında ne yapıyor? Abdullah Gül 'ün ağzından yanıtlayalım:

- Çok yakından takip ediyor!

En güçlü Cüneyd Zapsu!
Aslında Fikret Bila 'nın önceki gün Milliyet'te sürmanşetten verilen ''ABD'de gizli hesaplar'' haberini görünce AKP'nin gerçekten Amerika'yı ''çok yakından takip ettiğine'' inandım!

Sevgili Bila'nın haberine göre Amerikan yönetimi 28 Mayıs'ta, Türkiye'yi çok yakından tanıyan, izleyen ''Türkiye uzmanı'' bir grup akademisyen ve bürokratla ABD Dışişleri Bakanlığı'nda bir araya geldi. Önemli isimlerin katıldığı toplantıda bir de Türk vardı; Utah Üniversitesi Öğretim Görevlisi Hakan Yavuz ... Siz Yavuz'u daha çok Fethullah Gülen 'in talebesi olarak tanırsınız!

ABD'nin yalanlamaya çalıştığı, ancak bizzat bu müthiş ''beyin fırtınası'' na katılan Hakan Yavuz tarafından doğrulanan toplantıda, sıradan bir Türk yurttaşının kanını donduracak bilgiler verildi. Örneğin eski Dışişleri Uzmanı Henri Barkey, kendinden gayet emin bir şekilde ve de pek değerli gazetecilerimizden İlnur Çevik ile Cengiz Çandar 'a dayanarak aynen şunları söylüyor:

- AKP hükümeti, Kürt federasyonuna aslen karşı değil. Askerin ve MGK'nin zorlamasıyla karşı olduğunu söylüyor! Ben Dışişleri Bakanı ile (yani Abdullah Gül) Washington'da görüştüm, ''Kürtlerin haklarına AKP ve hükümet olarak karşı değiliz. Zaten bir 'de facto' devlet var ve biz bununla şu anda iyi ilişkiler içindeyiz'' dedi...

ABD Milli Savunma Akademisi Öğretim Üyesi Judith Yaphe ise çok daha açık ve net konuşuyor:

- Türkiye tehlike algılaması konusunda artık homojen değil. Dahası sistemin stratejik düşünme mekanizması zayıf ve gittikçe parçalanıyor. Artık tek Türkiye yok!

Yaphe, Kürt konusunda en güçlü kişiyi de açıkça ifade ediyor:

- Bence Cüneyd Zapsu Kürt konusunda en güçlü kişi. Zaman gazetesinde çıkan mülakatında, Kürt kimliğine ve Kürt milliyetçiliğine olan sempatisini açıkça ortaya koyuyor...

Bizim Türk uzman da toplantının en açık mesajını veriyor. AKP uzmanı olarak da tanınan Hakan Yavuz, Kerkük konusunda bakın ne diyor:

- Kerkük'ün Kürt eyaleti içinde bırakılmasına ne AKP'den ne İslamcılardan tepki gelir. Sadece kınamakla sınırlı kalır...

İşte böyle! Toplantının sonunda nasıl bir sonuç çıktığını merak ediyorsanız onu da yazalım:

- Türkiye fazla tepki göstermez. Zaten ABD işi bitirdi bile!

Şimdi asıl soruyu soralım:

- Defalarca yazdığımız gibi; AKP'nin sadık bir Amerikanofil olduğunu, ABD çıkarlarının bölgedeki yılmaz savunucusu olarak görev yaptığını, kendi halkından gerçekleri sakladığını ve gizli anlaşmalar içinde olduğunu bu haber de anlatmıyorsa başka ne anlatabilir acaba?!..

Aydınlarımıza ve AKP severlere önemle duyurulur!

Ümit Zileli,Cumhuriyet 24.06.2004

Bir Pazar Şiiri...

BÖYLE BİR SEVMEK

ne kadınlar sevdim zaten yoktular
yağmur giyerlerdi sonbaharla bir
azıcık okşasam sanki çocuktular
bıraksam korkudan gözleri sislenir
ne kadınlar sevdim zaten yoktular
böyle bir sevmek görülmemiştir

hayır sanmayın ki beni unuttular
hala ara sıra mektupları gelir
gerçek değildiler birer umuttular
eski bir şarkı belki bir şiir
ne kadınlar sevdim zaten yoktular
böyle bir sevmek görülmemiştir

yalnızlıklarımda elimden tuttular
uzak fısıltıları içimi ürpertir
sanki gökyüzünde bir buluttular
nereye kayboldular şimdi kim bilir
ne kadınlar sevdim zaten yoktular
böyle bir sevmek görülmemiştir.

ATTİLA İLHAN

10 Mart 2007 Cumartesi

Mustafa Kemal'in Anladığı Türk Gençliği


Şubat 1933'te Bursa Ulucami'de toplanan 100 kadar irticacı camilerde Türkçe ezan okunmasına karşı bir ayaklanma girişiminde bulunurlar. Ayaklanma kısa sürede bastırılır. Atatürk Bursa'ya gider. Çekirge yolu üzerinde bulunan bir köşkte akşam yemeği yenildiği sırasında bir kişi Atatürk’e ayaklanmayla ilgili olarak şöyle diyecek olur: "Bursa gençliği olayı hemen bastıracaktı, fakat zabıta ve adliyeye olan güveninden ötürü..." Atatürk hemen konuşmakta olan kişinin sözünü keser ve aşağıdaki konuşmayı yapar:

Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir. Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, "Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır" demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır.
Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, "Polis henüz devrim ve cumhuriyetin polisi değildir" diye düşünecek, ama hiç bir zaman yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek, "demek adalet örgütünü de düzeltmek, yönetim biçimine göre düzenlemek gerek"
Onu hapse atacaklar. Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte bana, başbakana ve meclise telgraflar yağdırıp, haksız ve suçsuz olduğu için salıverilmesine çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek. Diyecek ki, "ben inanç ve kanaatimin gereğini yaptım. Araya girişimde ve eylemimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim görevimdir."
İşte benim anladığım Türk Genci ve Türk Gençliği!

Mustafa Kemal Atatürk
Bursa, 5 Şubat 1933

8 Mart 2007 Perşembe

BU SESE KULAK VERİNİZ !


ÜMİT ZİLELİ ULUSAL KANAL’ DA
Gazeteci-Yazar Ümit Zileli, her hafta Cuma, saat 22:00’ de
“Ses Ver Türkiye” isimli programla yayına başlıyor.

Ümit Zileli, her hafta canlı yayın konuklarıyla gündemdeki konuları, izleyicilerin katılımıyla ele alacak, tartışmaya açacak.

Programda bu hafta “Türkiye Nereye?” sorusu; CHP Milletvekili Onur Öymen, Türk Haber-İş Sendika Başkanı Ali Akcan, Marmara Üni. Devletler Hukuku Bölüm Başkanı Prof. Dr. Ferit Hakan Baykal, Yeni Şafak Gazetesinden Yusuf Kaplan’la birlikte değerlendirilecek.

Yayın Günü : 09.03.2007
Yayın Saati : 22:00

8 MART DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜNÜZ KUTLU OLSUN


Bizler demokratik, laik ve aydınlık Türkiye'yi emekleri ile yaratan analarımızla ve kadınlarımızla varız ve var olacağız !

"Yeryüzünde gördüğünüz her şey kadının eseridir" diyen Mustafa Kemal'i, ilkelerini ve devrimlerini unutmadan; unutturmadan...

FAİLİ MEÇHUL SOYKIRIM OLUR MU DEMEYİN !




İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek Lozan’da yargılanıyor.

“ Sözde Ermeni Soykırımı emperyalist bir yalandır “ sözlerinden ötürü.

İsviçre, bir Avrupa Birliği üyesi değil ama Avrupa’nın deyim yerindeyse göbeğinde bir ülke.

Sayın Perinçek, aynı şeyi Fransa’da söylemiş olsaydı değişen ne olacaktı ki ?

Doğu Perinçek’i seversiniz ya da sevmezsiniz. Bunun hiçbir önemi yok. Ancak İsviçre’de yargılananın aslında Türkiye Cumhuriyeti olduğunun farkına varmalısınız.

Gündemin yoğunluğundan bir türlü dile getiremediğim ama hep aklımda yer tutan bir diğer konu da şu :

Geçen hafta, Lahey’de AB’nin Srebrenica katliamı için verdiği evlere şenlik karar.

Komisyon, Srebrenica da evet, bir soykırım yaşandığını nihayet kabul etti. Ancak tüm dünya kamuoyunun gözleri önünde işlenen bu ağır suçun sorumlusu olan Sırbistan hakkında beraat kararı vererek.

Faili meçhul soykırım!

BM’nin “ güvenli bölge! “ ilan ettiği Srebrenica’dan dönen askerlerinin göğüslerine liyakat madalyası takan Hollanda için 05 Aralık 2006’da şunu söylemiştim: “Tarihe kara bir leke olarak geçebilmeyi bir ülke ancak bu kadar hak edebilir.”

Yanılmışım!

Yıllardır ulusal onurumuzu ayaklar altına alarak kapısında beklediğimiz AB’nin, tarihi gerçekleri, yalnızca kendi çıkarına göre yorumladığının ne ilk ne de son kanıtıdır bu.

Avrupa’da bütün bunlar olup biterken, stratejik müttefik ve ebedi dostumuz! ABD elbette boş durmuyordu.

Hrant Dink cinayetini kınama kararını oylama hazırlıkları sürerken, ABD Senatosu son dakikada bu kararından vaz geçti.

Şimdilik… İleride tekrar koz olarak kullanmak üzere yalnızca bir süreliğine rafa kaldırdı.

ABD Senatosu’nun bu erteleme kararını alabilmesi için, Rte hükümetinin ne tür taahhütlerde bulunduğu ihtimalleri üzerinde durmak istemiyorum. Nasılsa kokusu yakında çıkacaktır.

Burada üzerinde durulması ve dikkat edilmesi gerekilen nokta, AB ve ABD’nin “Büyük Ermenistan” rüyaları için, Hrant Dink cinayetini kullanmaya devam edecek olmalarıdır.

Abdi İpekçi, Çetin Emeç, Bahriye Üçok, Turan Dursun, Muammer Aksoy, Bedrettin Cömert, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Necip Hablemitoğlu ve adlarını buraya sığdıramayacağım nice aydın gazeteci ve yurtseverlerin, cinayetlerle yok edildiği ülkemizde, siz hiçbir AB Komitesi veya ABD Senatosu üyesinin kınamada bulunduğuna şahit oldunuz mu?

Olamazsınız!

Emperyalizme, teslimiyetçiliğe, satılmışlığa, ikiyüzlülüğe karşı koyan Kemalist’ler oldukları için, AB ve ABD’yi bu cinayetlerin arkasında bulabilir ama asla karşısında göremezsiniz!

Tıpkı terör örgütü lideri Abdullah Öcalan’ın sağlık durumundan endişe duyan ancak teröre şehit düşen 35000 sivil ve güvenlik güçlerimiz için bir defa olsun PKK’yı kınayamayan İnsan Hakları Derneği yöneticileri ve üyeleri gibi…

Rte’ye doğum günü hediyesi olarak sadakat sözü veren 354 milletvekilinin teslimiyetçi ruhları, bu kuşatılmışlığa son veremez.

Emin olun, zaten böyle bir niyetleri de yok.

VATAN HAİNLİĞİ KAVRAMI ve İŞBİRLİKÇİLER

Hiç vazgeçmeyecekler.

Türkiye Cumhuriyeti’ni bölme çabaları hiçbir zaman sona ermeyecek.

Geçen yazımda, Abd’nin Türkiye üzerindeki altı ana amacından söz etmiştim. Yalnızca son bir hafta içindeki gelişmelere bakacak olursanız, bu amaca hizmet eden içerideki işbirlikçilerini göreceksiniz.

Geçen hafta yapılan MGK sonrası, Rte Milliyet Gazetesi yazarlarından Fikret Bila’yı vatan hainliği ile suçladı. Ne yapmış Fikret Bila? Her Türk vatandaşının bildiği, sağır sultanların bile duyduğu PKK terör örgütüne olan Barzani ve Talabani desteğinin, Genelkurmay tarafından video kayıtları ile izletilmesini haber yapmış. Sorumlu gazetecilik görevini yerine getiren Sayın Bila, bu ülkenin başbakanı tarafından vatan haini ilan edildi.

“Kürdistan fikrine alışın” diyen, her türlü görsel ve yazılı ispatlara karşın bu terör örgütüne yardım ettiklerini kabul etmeyen ancak “ bizden PKK ile savaşmamızı beklemeyin” itirafında bulunan, Abd yardımlarıyla kurmak üzere oldukları Kürdistan nüfusunun 40 milyon olacağını belirterek, Türkiye’den önce vatandaş sonra da toprak talebinde bulunan Mesud Barzani ve Celal Talabani ile “ barış getirecekse neden olmasın “ saçmalığında masaya oturmaya hazırlanan Recep Tayip Erdoğan sizce vatanperver midir?

Henüz bu tartışmalar bitmeden gündeme bomba gibi düşen, tüm sivil ve askeri kanatları derinden sarsan ikinci bir gelişme yaşandı.

12 Eylül 1980 darbesinin kahramanı! 7. Cumhurbaşkanımız sayın! Kenan Evren içeriği oldukça planlı hazırlanan, zamanlama açısından özenle seçildiği apaçık ortada olan eyalet sistemi önerisini getirdi. Türkiye’yi sekiz parçaya bölen bir hainlik örneği sergiledi. “ Küçük Amerika “ yapacağım diyen Turgut Özal bile fedaratif yönetim fikri ile en fazla yedi parçaya bölmeye hazırlanmıştı. Sahiplerinin daha fazla gözüne girebilme adına Evren hala merhum Özal ile bir yarış içinde.

Evren’in eyalet önerisine en sert tepki CHP ve MHP’den geldi.

DYP lideri, eski Emniyet Genel Müdürü, eski İçişleri Bakanı ama eskimeyen silah ve uyuşturucu kaçakçıları kalkanı sayın! Mehmet Ağar ise bu öneriyi desteklemese de tartışılabilir buldu.

PKK Terör örgütünün siyasi kanadı DTP ise aynı öneriyi sevinçle karşıladı.

AKP sessiz. Rte, Cumhuriyet Gazetesi’nin yeni reklam filmlerine kafasını takmış “Cumhuriyeti Cumhur korur“ demekte. Tıpkı ”bu halk isterse laiklik tabii ki gidecek“ ve “Egemenlik kayıtsız şartsız Allah’ın dır” dediği gibi.

Gazeteci sayın Fikret Bila’nın vatan haini ilan edilmesiyle ilgilenmeyen, Rte’ye bu konuda en azından kınama yazıları yazmaktan bile çekinen büyük ve bağımsız! medyanın genel yayın yönetmenlerinin ve aydın! köşe yazarlarının, Evren’in eyalet sistemi önerisine sarılmaları dikkat çekiciydi.

Hürriyet’in genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök, Kürt milliyetçiliğine soyunan etnik bölünme yanlıları Mehmet Ali Birand , Cengiz Çandar, Hasan Cemal, Başbakan’ın yanaklarını okşayan Mehmet Barlas ve Fatih Altaylı ile adlarını buraya sığdırmakta zorlandığım işbirlikçilerin yazılarını, yorumlarını takip etmeniz, kuşatılmışlığın boyutlarını daha iyi anlamanız bakamında yararlı olacaktır.

Kenan Evren’in eyalet sistemi önerisini, 90 yaşının vermiş olduğu bir bunaklık olarak yorumlamak, en hafif tabirle gaflet olur.

12 Eylül darbesinde, 18 yaşındaki gençlerin asılacağı kararını açıklarken sesi, o kararların altına imza atarken eli titremeyen Evren’de ne değişmişti ki, 27 yıl sonra bugün eyalet önerisiyle gündeme gelmişti?

Değişen hiçbir şey yok!

Evren o gün Abd’nin isteğini yaptı; bugün de Abd’nin istediğini söylemiştir!

Peki Abd’nin isteğini Evren’in kulağına fısıldayan üfürükçü hoca kim?

Ben tahmin hakkımı Fetullah Gülen’den yana kullanıyorum.

Peki ya siz?

AMERİKAN RÜYASI


Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) söylendiği gibi dost ve müttefik bir ülke olmadığı, özellikle son zamanlarda ortaya çıkarılan “Yeni Dünya Düzeni” ve “Büyük Ortadoğu Projesi” (BOP) haritalarıyla apaçık önümüzde durmaktadır.

ABD’nin, Türkiye’nin de içinde bulunduğu coğrafya için üç “nihai”, üç tane de “mümkünse olabilir” toplam altı amacı bulunmaktadır.

Nihai Amaçlar: * Büyük İsrail Projesi ( yıllardır yürütülmekte olan )
* Büyük Ermenistan Projesi ( sözde soykırımın tanınmasından sonra toprak talepleri ile devam edecektir )
* Büyük Kürdistan Projesi ( Barzani ve Rice’ın “Kürdistan fikrine alışın” talimatları ardından, Rte hükümetinin PKK terör örgütü ile masaya oturma niyetleri ilk adımlardır )

Mümkünse Olabilir Amaçlar:
* İstanbul’daki Ruhban Okulu’nun açılması ile ekümenlik sıfatının tanınması
* Trabzon’da bir Pontus Rum Devleti’nin kurulması
* Konya merkezli bir hilafet devletinin kurulması

Merhum Turgut Özal, Türkiye için “küçük Amerika yapacağım” derken gayet ciddiydi.

İki gün önce İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın “ İran’dan sonra sıra Türkiye’ye gelebilir “ uyarısı Ankara’ya bomba gibi düşse de medyada fazla yer bulmadı.

Bu doğrultuda AB’nin tam üyelik yalanlarıyla Türkiye’den istediklerinin, ABD’nin ve İngiltere’nin, Türkiye’nin AB üyeliğine verdikleri sözde desteklerinin ve Başbakan Recep
Tayip Erdoğan’ın BOP eşbaşkanlığını niçin kabul ettiğinin yorumlarını sizlerin vicdanlarınıza bırakıyorum.

Mustafa Kemal’in “ Vatan toprağı kutsaldır, kaderine terk edilemez! “ sözlerini hatırlatarak.

KİMİN HÜKÜMETİ ?

Bu hükümet kimin hükümetidir?

Evet, son zamanlarda yaşananlar artık bu soruyu akıllara düşürmüştür.

Kendisi için dört defa vergi affı getiren Maliye Bakanımız sayın! Kemal Unakıtan cumhurbaşkanlığı seçimi için “Rte kimi gösterirse onu seçeriz” diye buyurdu.

Tesadüf bu, aynı gün Devlet Bakanımız sayın! Abdüllatif Şener “Rte cumhurbaşkanı olursa , Gül başbakan olur” dedi.

Geçenlerde kendisine “Sayın Cumhurbaşkanım” diye hitap eden bir belediye başkanını azarlamıştı Rte.

Rte’nin neden Cumhurbaşkanı olmaması gerektiğini tekrar belirtmeye lüzum görmüyorum.

Kasım 2002 seçimlerinde seçmenlerin %25, oy kullananların %34’ü ile meclisin 2/3 çoğunluğunu ele geçiren ve gitmesine yalnızca 7 ay kalan; icraatları ve söylemleriyle büyük oranda oy kaybettiği kendi anketlerinde bile ortaya çıkan demokrasi aşığı! bir hükümetin, 7 yıl görev süresi olan cumhurbaşkanını tek başına seçmesi kabul edilemez.

Kıbrıs konusunu içinden çıkılamayacak hale getiren, ulusal çıkarların söz konusu olmadığı Petrol ve Vakıflar yasalarının altında imzaları bulunan, Türk Telekom’u özelleştiren, PKK terör örgütü ile görüşmeye hazır, Türklüğün bir alt kimlik olduğunu, üst kimlik olarak Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı kavramını Abdullah Öcalan’dan sonra dile getiren, ABD tarafından deliğe süpürülmek korkusuyla Bush’un eteklerine kapanarak Türk Ulusu’nun onurunu ayaklar altına alan bu hükümet, benim hükümetim değildir!

Siz de kararınızı veriniz!

Onbirinci Cumhurbaşkanı Rte olsun mu, olmasın mı?

Birinci Cumhurbaşkanımız Mustafa Kemal ATATÜRK ile aynı sıfatı taşımasına layık görüyor musunuz Rte’yi?

Karar sizin!

MÜTAKERE MEDYASI İLE MÜCADELE

KanalTürk’e uygulanan hükümet baskısı oldukça çirkin boyutlara ulaştı.

Televizyon yetkilileri hakkında jet hızıyla çıkarılan on ayrı vergi denetlemesi bir yana şimdi de bu kanala reklam veren şirketlere baskı söz konusudur.

Bu yapılanlar, tamamen kanalın yaşamına son verme hamlesidir.

Özgürlükten anladıkları yalnızca sıkma başın serbest bırakılması olan Rte hükümetinin bu ne ilk ne de son marifetidir.

Ancak benim asıl kızdığım nokta, bu olanlara Cumhuriyet Gazetesi dışında tüm medyanın tamamen sessiz kalmasıdır. Zaten Cumhuriyet’te bunun diyetini, yeni reklam filmlerinin KanalTürk ve HaberTürk dışında hiçbir kanalda yayınlanmamasıyla ödüyor.

Hükümetin bu baskıları ve daha da önemlisi medyanın ve toplumun tepkisizliği endişe verici boyuttadır.

Ana muhalefet partisi üzerine düşen görevi yerine getirememektedir.

Tüm bu yaşananlar bir yana, bence en büyük tehlike, toplumun bireylerinin umutsuzluğa kapılarak mücadeleyi tamamen bırakması olacaktır.

Umutsuzluğa kapılmayınız! “ Türk anaları daha nice Mustafa Kemal’ler doğurur “ derken bugünleri gören Ulu Önder Atatürk yaşamında hiçbir zaman karamsarlık nedir, tanımamıştır.

Uğur Mumcu’nun da dediği gibi,

Bir gün mutlaka…

ULUSUN BAĞIMSIZLIĞINI YİNE ULUSUN AZİM VE KARARI KURTARACAKTIR

Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığı tehlikede.

Türk Halkı olarak bizler ise kamuoyu oluşturarak,bilinçli ve örgütlü bir şekilde Rte hükümetine bir tepki koyamıyoruz.

“Tehlikenin Farkında Olanlar” seslerini duyuramamanın sıkıntısı içinde.

İşte bu sitenin kuruluş amaçlarından biri de buydu. Düşüncelerimizi, yorumlarımızı özgürce paylaşabilmek, belki de son dört yıldır yavaş yavaş gerçekleşen bu sessiz darbeye bir DUR diyebilmekti.

Evet, Rte hükümeti bir sessiz darbeyi yürütüyor. Şimdi de son darbeyi indirmenin peşinde.

Cumhurbaşkanlığı seçimi ilk defa, doğrudan doğruya Türkiye Cumhuriyeti’nin iç ve dış güvenliğini tehdit etmektedir.

Bu ülkenin Genelkurmay Başkanı, her fırsatta bu tehlikeye dikkat çekmek isterken, içerideki ikinci cumhuriyetçiler, işbirlikçiler kendisini faşist olarak nitelendirdi. Türk Silahlı Kuvvetleri’ni yıpratma ve halkla, emniyet teşkilatı ile karşı karşıya getirmek için ellerinden geleni yaptılar.

Hrant Dink cinayeti ile emniyet teşkilatı içinde iyice su yüzüne çıkan Fetullah Gülen tarikat kamplaşmaları, tehlikenin boyutunu gözler önüne sermektedir.

“Çözümsüzlük çözüm değildir” diyerek Kıbrıs konusunda ilk adımı atarak kaybetmek üzere olduğumuz haklı davamızda uluslararası arenada artık yalnızız.

Şimdi aynı adımı, “barış getirirse neden olmasın” diyerek Talabani ve Barzani ile ve dolayısıyla PKK terör örgütü ile masaya oturarak, atmak niyetindeler.

Ulusal çıkarlar göz önünde tutulmaksızın getirilen Vakıflar, Petrol, Sağlık ve Eğitim yasaları sessiz karşı devrimin birer adımlarıdır.

Cumhurbaşkanlığı makamı son noktayı koyabilmeleri için hayati değer taşımaktadır.

“Bu halk isterse laiklik tabii ki elden gidecek” diyen; Hikmetyar’ın önünde diz çöken; uluslararası teröre finans sağlayan El-Kadı’ya kefil olan bir başbakan, bu son kaleyi ele geçirmek üzere.

Türkiye Cumhuriyeti’nin rejimini Ilımlı İslam olarak değiştirmek isteyen Büyük Ortadoğu Projesi’nin eş başkanı yine Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı Sayın! Recep Tayip Erdoğan’dır.

Bursa Nutku’nda “benim anladığım Türk Genci işte budur” diyen Mustafa Kemal’in bu cumhuriyeti emanet ettiği Türk Gençliği bugün tepkisini koymak zorundadır. Mustafa Kemal 1920 Aralık’ta bizleri şu şekilde uyarmıştı: Hükûmetin yaptığı işler olumsuz olup da millet itiraz etmez ve düşürmezse bütün kusur ve kabahatlara katılmış demektir.

Yarın çok geç olmadan…