31 Ekim 2007 Çarşamba

PKK TERÖRÜNÜN ÇELİŞKİLERİ VE "UYGAR DÜNYA!"

Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nde idam cezası yok.
Uygar bir devlet olarak Türkiye, üstelik de PKK terörü sürerken, idam cezasını kaldırmış durumda.
Bu devlete karşı, terörle saldıran PKK, sürekli cinayet işliyor; sadece askerleri değil, sivil halkı, kadınları, çocukları, bebekleri, öğretmenleri öldürüyor.
"Uygar dünya" bu çelişki karşısında sessiz!
* * *
Dünyanın neresinde terör varsa, Türkiye Cumhuriyeti, mücadele etmek için orada.
Müttefikleriyle omuz omuza; Bosna'dan Mogadişu'ya, Kosova'dan Kabil'e kadar her yerde çarpışıyor.
Türkiye'ye yönelik PKK teröründe hiç kimse Türkiye'nin yanında değil.
Ne Türkiye'nin de içinde bulunduğu ve bir üyesine karşı yapılan teröre karşı savaş ile yükümlü bulunan NATO ittifakı üyesi ülkeler...
Ne "stratejik müttefik" Amerika Birleşik Devletleri...
Ne de her an Türkiye'yi "yeterince demokratik olmamakla" eleştiren ve her iç ve dış işine burnunu sokan Avrupa Birliği...
Üstelik bunların bir bölümü, PKK terörüne doğrudan doğruya siyasal ve lojistik destek veriyor.
"Uygar dünya" bu çelişki karşısında sessiz!
* * *
Amerika Birleşik Devletleri, ulusal çıkarları için, kalkıp geliyor, binlerce kilometre ötesindeki Irak'ı işgal ediyor, yönetimi deviriyor, petrole el koyuyor, katliam yapıyor, ülkeyi bölüyor, kimsenin buna sesi çıkmıyor.
Tam tersine birçok ülke, bu operasyona asker yollayarak katılıyor.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, komşu ülkelerden topraklarına sızarak cinayetler işleyen terör örgütünü sınır ötesinde takip ederek kendini korumak istiyor, Amerika Birleşik Devletleri ve müttefikleri buna karşı çıkıyor.
Kendi topraklarında saldırıya uğradığı için meşru müdafaa adına harekete geçmek isteyen Türkiye'ye, itidal tavsiye ediliyor.
"Uygar dünya" bu çelişki karşısında sessiz!
* * *
Türk Milliyetçiliği, hem içteki enteller, hem dıştaki dostlarımız(!) tarafından faşizme giden yol, demokrasi tehdidi olarak görülüyor.
PKK'nın ideolojik dayanaklarından biri olarak kullanılan Kürt Milliyetçiliği, ve bu milliyetçilik adına cinayet işlemek, talepler ileri sürmek demokratik sayılıyor.
"Uygar dünya" bu çelişki karşısında sessiz!
* * *
Dünya medyası radikal İslam kökenli El-Kaide örgütünün saldırılarını "terörizm" olarak nitelemekte bir an bile tereddüt ekmiyor.
Kadın, çoluk, çocuk, bebek demeden cinayet işleyen PKK, dünya medyasında "özgürlük savaşçıları" olarak adlandırılıyor.
"Uygar dünya" bu çelişki karşısında sessiz!
* * *
Bu dünyanın adı "Uygar dünya" mıdır, yoksa "Emperyalist dünya" mı?
* * *
Bir Cumhuriyet Bayramı gününde bu yazının son cümlesinin tamamlanmasını değerli okurlarımın tercihlerine bırakıyorum:
Ben, böyle "Uygar Dünyanın"...!
Emre Kongar - 29 Ekim 2007 - Cumhuriyet

30 Ekim 2007 Salı

GAVUR! İZMİR’DEN BİR MEKTUP


Rabia Şerife Yıldırım.

İlköğretim dördüncü sınıf öğrencisi.

Yani, en fazla 10 yaşında.

Yukarıdaki mektubu, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt için kaleme almış.

Genelkurmay Başkanlığı resmi internet sitesinde, ‘En Anlamlı Bağış’ başlığı altında duyuruluyor.

Henüz medyada yer almadı.

Almayacak belki de.

*

İnsanın kendinden utanırken, böyle yaşı küçük ama aklı ve yüreği büyüklerden gurur duymasını da yaşamak varmış.

Söyler misiniz, hangimizin yüreği Rabia’nınkinden daha zengin ?

Hangimiz, Cumhuriyet’in kazanımlarını, ülkenin bölünmez bütünlüğünü koruyabilmek için ulusumuzun bağrından kopan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin değerini onun kadar iyi biliyor ve kendimizden bir şeyler veriyoruz ?

Ben utandım.

Sizi bilmem…

29 Ekim 2007 Pazartesi

Kimsesizlerin Kimsesi! Sahipsiz Değilsin!

"Gençler cesaretimizi takviye ve idame eden sizlersiniz. Siz, almakta olduğunuz terbiye ve irfan ile insanlık ve medeniyetin, vatan sevgisinin, fikir hürriyetinin en kıymetli timsali olacaksınız. Yükselen yeni nesil, istikbal sizsiniz. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve yaşatacak sizsiniz."

"Sizler, yani yeni Türkiye'nin genç evlatları! Yorulsanız dahi beni takip edeceksiniz... Dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler, asla ve asla yorulmazlar. Türk Gençliği gayeye, bizim yüksek idealimize durmadan, yorulmadan yürüyecektir."
En Büyük Bayramdır...
Tüm ulusumuza kutlu ve mutlu olsun!
Nice seksendört yıllara...

26 Ekim 2007 Cuma

Gelecek Çok Uzakta Değil


Şimdi anlıyoruz.

Bu uyarıların hepsinin, aslında bize olduğunu şimdi, yeni yeni anlıyoruz.

Oysa yıllarca işitmiş ve de ne güzel ezberlemiştik.

Hikaye gibiydi hepsi.

Masal kadar güzel ama bir o kadar da uzaktılar.

İlkokulumda hemen heykelinin altında yazıyordu:

“Türk; öğün, çalış, güven” diye.

Yirmi sene sonra bugün bakıyorum da şu tek cümleye sığdırdığın hiç bir unsur kalmamış.

Ne mutlu Türk’üm diyemeyen bir Başbakan var bugün.

Saymış, tam otuz iki alt kimlik varmış.

Türk mü?

O, üst kimlik.

İsteyen kabul eder.

Evet, önceleri övündük, hem de çok.

Başka hiçbir şey yapmadan.

Sonra baktık böyle olmayacak.

O zaman yerden yere vuralım dedik. Yaptıkta.

‘Bir Türk dünyaya bedelin’ hemen arkasından, “iki Türk bir b.ka yaramaz” dedik.

Çok güldük ağlanacak halimize.

Çalışmak mı ?

Biz onu bırakalı çok oldu.

Bir koyup üç almak; küçük Amerika olmak varken, çalışacak değildik ya !

Tabii, bütün bunları eksiksiz yapınca, geriye pek güvenilecek birileri kalmıyor.

Sen’den başka.

Söylediklerini, ancak bütünüyle eksiksiz yaparsak kurtulabileceğimizi, şimdi anlıyoruz.

Altı Ok’tan sadece laikliği alarak kurtuluşa erişemeyeceğimizi, kurmuş olduğun partinin yöneticileri yeni yeni anlamak üzereler.

Bugün, yarın. Eli kulağında…

Bir “Batı” dedin öyle yanlış anladık ki, yıllar boyu uğruna savaştığın onurumuzu yine Batı’nın önünde ayaklarımız altına aldık. Havai fişek gösterileri eşliğinde.

Onur kalmayınca, dost ve müttefiklerimiz “Otur” dedi; kıpırdayamadık.

İşte o zaman anladık bağımsızlık ve hürriyette gitmiş.

Şimdi ise geride sadece geleceğimiz kaldı.

Ne yapmamız gerektiğini, bırakıp gitmeden önce, yine belirtmişsin.

Bir de anlayarak okusak şu Gençliğe Hitabe’yi…

Kurtuluş çok uzak değil gibi…

24 Ekim 2007 Çarşamba

Son Yanlış !

Zor günler yaşadığımız, doğru.

Birlik ve beraberliğimize tüm gücümüzle sarılmamız gerektiği, doğru.

PKK Terör örgütünün, aslında hiçbir zaman, sadece üç beş çapulcudan ibaret olmadığı; içeriden ve dışarıdan kayıtsız şartsız desteklendiği, doğru.

Son iki haftada yaşanan terör olaylarının ulusumuzda bir öfke patlaması yaşattığı ve kimsenin sabrının kalmadığı, doğru.

Bu terör örgütünün ülkemizin bölünmez bütünlüğünü yerle bir edip bölemeyeceği ancak yüzyıllardır beraber yaşayan halkı, alt kimlikleri birbirlerine kırdırarak kardeş kanı dökebileceği ihtimali, doğru.

Peki yanlış nerede?

Belki de yukarıda sıraladığımız doğruların dışındaki her şeyde, her yerde…

Bütün bunları papağan gibi tekrar tekrar yazmak istemiyorum. İsteyen varsa önceki yazılarımı okusunlar.

Ben son yanlışa dikkatinizi çekmek istiyorum:

SANSÜR

Son yanlış, çünkü bundan sonra başka hiçbir yanlıştan haberimiz olmayacak.

Gelişmelerden, yaşananlardan, karşı karşıya kaldığımız tehlikeden, bu tehlikenin boyutlarından ve sonuçlarından bi haber bırakılacağız.

Buradaki amacı şu şekilde açıklamaya çalıştılar. Aynen aktarıyorum:

güvenlik güçlerinin moral değerlerinin yüksek tutulması, toplumsal psikolojinin olumsuz etkilenmemesi ve çocukların ruh sağlığının korunması…”

Bir ‘devlet’ düşünün; Nato’nun en güçlü ikinci ordusuna sahip, bulunduğu bölgede egemen. Ordusu, yüzyıllar boyunca savaşmak zorunda kalmış ve tarihi şanlı zaferlerle dolu. Her fırsatta içinde bulunduğu tehlikenin farkında ve hazır olduklarını tüm dünyaya ilan etmiş. Seksen küsur yıldır çelikleşmiş irade ve kararlılığı ile Cumhuriyet’in, Mustafa Kemal ilke ve devrimlerinin, bölünmez bütünlüğün korunmasında en önemli rolü oynamış.

Bir ‘halk’ düşünün; kurtuluştan kuruluşa devletinin içine düşürüldüğü her tehlike karşısında canını vermekten gözünü sakınmamış. Dünya tarihinde eşi görülmemiş bir direniş ve kahramanlıkla yıllar boyunca savaşmış ve o tarihe “topyekün savaş” diye bir kavram kazandırmış. Oğullarını davul zurna ile “peygamber ocağına” yollayan, dönemediklerinde haklı gözyaşları içinde “vatan sağolsun” diyebilen.

Bir ‘hükümet’ düşünün; böyle bir devletin en önemli ve hayati kurumlarının başında adamları var. Başkomutan da Meclis Başkanı da onlardan. Yani alacağı bir kararı uygulayamaması söz konusu değil. Daha önemlisi, yine böyle bir halkın yarısına yakınını son seçimlerde arkasına almış. Diğer yarısının desteğine ise, çok zor günler yaşadığımız, varoluşumuzu doğrudan ilgilendiren bu ulusal davada alacağı tek karar ile nail olabilir.

Ama olmuyor.

Komik duruma düşüyoruz.

Bugün içinde bulunduğumuz aciz ve korkaklık ile şimdi artık yalnızca tarihte kalan ulusal onur ve cesaretimizin caydırıcılığı arasında büyük çelişki yaşıyoruz.

Bu durumun tek sorumlusu AKP Hükümeti’dir.

Bu son yanlışın asıl nedeni tüm hatalarını kapatmak ve daha fazla tepki çekmekten korunma yolunu seçmesidir.

Anayasaya, yasalara, yayıncılık ilkelerine, AİHM kararlarına aykırı bu son yanlışın Danıştay’dan döneceğine inancım tamdır.

Tıpkı, Türkiye Cumhuriyeti’nin, içeriden dışarıdan her türlü saldırıya uğradığı bugünlerden, en kısa zamanda, tarihte olduğu gibi, yine alnının akıyla çıkacak olduğuna inancım gibi.

Karamsar olmayınız.

Çünkü baki olan devlettir, halktır; hükümet değil!

23 Ekim 2007 Salı

İran'a şeriat 'demokrasi' ve 'özgürlük' vaatleriyle geldi


Neyi tartışıyorduk?

Malezya olur muyuz?

Harita üzerinde Malezya’nın yerini gösteremeyen liberaller dediler ki “Olmayız!”

Neden?

“Çok uzak!”

Peki ya İran?

Acaba komşumuz İran olur muyduk?

Önce, İran İslam Devrimi’ni, içinde bizzat yaşamış olanlardan dinlemeniz yararlı olacaktır.

Dinleyelim:

“MERHABA.

Benim adım Bahman Nirumand. İranlı bir gazeteci-yazarım.
Şah'ın devrilmesinde aktif rol oynayanlardanım.
Ve aynı zamanda mollaların, demokrasi ve özgürlük getireceğine inanan milyonlarca solcu, demokrat, liberal ve milliyetçi insandan biriyim.
Evet, Humeyni yeryüzünde cenneti vaat etti bize. Demokrasi gelecek, kimse fikirleri ve siyasal görüşleri yüzünden tutuklanmayacak, işkence yapılmayacak, kadınlara eşit haklar verilecek, giyim serbest olacaktı.
Şah'ı devirdikten sonra mollaların camiye geri döneceklerinden emindik. Devleti yönetecek durumda olduklarına inanmıyorduk.
Yanıldık. Kitaplardan ezberlediğimiz cümleleri, içi boş kavramları birbirimize söyleyip duruyorduk.
ÜZERİNDE DURMADIK
Her şey 14 Ocak 1979 tarihinde değişti. Şah, İran'ı terk etti. Ardından İran tarihinin en büyük yürüyüşü Tahran'da yapıldı. Sansür, yasak yoktu, istediğimiz gibi bağırıyorduk.
Fakat mitingde ilk dikkatimi çeken, kim liberal Musaddık ya da solcu şehitlerin resimlerini taşıyor ise mollalarca dövülüyordu.
Pek üzerinde durmadık bu olayın, "Hele bir kurtlarını döksünler, sonra sakinleşirler" diye düşündük.
Ertesi gün gazetede, bir hırsızın genç mollalar tarafından yakalanıp, adına "İslam Mahkemesi" denilen bir mahalli heyet tarafından 35 kamçı cezasına çaptırıldığı haberini okuduk.Haberi ciddiye almadık; "Üç beş sapsızın işi" dedik.
Bu arada bira-şarap fabrikalarının yakılması, sinemaların tahrip edilip filmlerin sokaklara atılması gibi olayların üzerinde hiç durmadık.
"Ufak tefek şeylerin" toplumun demokrasi ve ulusal bağımsızlık yolundaki çabaları etkilemesini istemiyorduk.
Biz bunları söylerken, mollalar tarafından, kadın ve erkeklerin yan yana yüzemeyecekleri; okullarda aynı sınıflarda olamayacakları; birlikte spor yapamayacakları gibi gerici kararlar ardı ardına alınmaya başlandı.
"Müslüman kadınların yanında orospuların yeri yoktur" denilerek kadınlara örtünme zorunluluğu getirildi.
Özellikle üniversitelerde bu yüzden çatışmalar çıktı.
Bu çatışmalardan rahatsız olduk; kadın sorununun güncelleşip ön plana geçmesini istemiyorduk! "Asıl mücadele, emperyalizme ve kapitalizme karşı verilmelidir" diyorduk.
Kadın sorunu bir yan çelişkiydi, ana çelişki sömürüydü. Kadının giyim sorunu, emperyalizme karşı verilen mücadeleyi baltalamamalıydı!
Peçesiz, başörtüsüz sokağa çıkan kadınlar artık açıkça, gözümüzün önünde dövülüyordu. Bazı kadınların yüzüne kezzap atılıyordu.
Biz ise hálá büyük laflar ediyorduk; bu tür olayları devrimin kaçınılmaz sancıları olarak görüp umursamıyorduk! "İttifak" "Eylem Birliği" gibi terimlerin peşinden koşup duruyorduk.
GEÇİŞ SANCILARI SANDIK
Humeyni, "Bütün sorunlarımızın sebebi, cemiyetimizdeki ahlaksızlıklardır. Bunların kökünü kazımalıyız" diyor; genç mollalar terör estiriyordu. Kitapevleri yağmalanıyor; gazete bayileri ateşe veriliyordu.
Şiraz'da "İslam Mahkemesi" eşcinsel ve fahişe olduğu gerekçesiyle dört kişiyi idam ediyordu. Benzer olay Tahran'da da gerçekleşiyor, üç fahişe ve üç eşcinsel kurşuna diziliyordu.
Sesleri ve görüntüleriyle erkekleri tahrik ettikleri için kadın spikerler televizyondan kovuluyor; uyuşturucu olarak görülen müzik yasaklanıyordu. Alkol içen, kırbaç cezasına çaptırılıyordu.
Şimdi düşünüyorum da, insan zamanla her türlü aşağılanmaya alışıyor galiba. Hiçbirini görmüyorduk; basmakalıp analizlerimizin doğru olduğuna o kadar inanıyorduk ki!..
Oysa toplum hızla dincileştiriliyordu. Alınan her kararda "Tamam bu sonuncusu" diyorduk. Ama arkası hep geliyordu.
Kızların evlenme yaşı 18'den 13'e düşürüldü. Parfüm, ruj, saç boyası, mücevher gibi kadın malzemelerinin yurda girişi yasaklandı. Kadın çamaşırı satan mağazaların vitrinlerine sutyen, kombinezon vs. koymasına bile izin yoktu.
Kamu dairelerinde kadın memurlara tesettüre girme emri çıkarıldı.Aslında birçok aydın kadının üye olduğu kadın dernekleri vardı. Onlar kendi küçük çevrelerinde "hamilelik tatilinin uzatılması", "eşit işe eşit ücret" gibi talepleri tartışıyorlardı.Biz aydınlar hep aynı düşüncedeydik: Demokrasi ve özgürlüğe geçiş sancılarıydı bu tür vakalar! Abartmaya gerek yoktu.Hepimiz "ana çelişki" üzerinde duruyorduk; öncelikle dışa bağımlılık ve ekonomik krizden kurtulmalıydık.
REFERANDUM OYUNU
Üç ay önce Humeyni, Paris'te komünistler de dahil olmak üzere her görüşün rahatça örgütleneceği bir demokrasiden, özgürlükten bahsederken, şimdi tüm solcu, milliyetçi ve liberalleri İslam düşmanı ilan etmişti.
Bu sözler üzerine ilk protestomuzu yaptık. Mitingimize bir milyonu aşkın insan geldi.Mollaların en iyi siyasi stratejileriydi; işlerine gelmediği zaman hemen gündemi değiştiriyorlardı. Referandum meselesini gündeme getirdiler. Halka soracaklardı: "İslam Cumhuriyeti'ni istiyor musunuz, istemiyor musunuz?"
Kuşkusuz bu bir oyundu; halkın yüzde 65'inin okuryazar olmadığı bir ülkede kim ne anlardı cumhuriyetten?
Yapılan propaganda belliydi; dediler ki: "İslam'a evet mi, hayır mı diyorsunuz?"Biz bu oyunu biliyorduk ama şöyle düşünüyorduk: "Önemli olan cumhuriyettir; serbest seçimlerdir; demokratik haklardır; özgürlüklerdir. İslam Cumhuriyeti bunu sağlayacaksa neden karşı çıkalım?"
Ancak bazı küçük kesimler bu oyuna gelmemek için referandumu boykot ettiler.
Sonuçta, "evet" diyen 20 milyon, "hayır" diyen ise sadece 140 bindi.
Mollalar bu referandum sonucunu çok iyi kullandılar. Güya tüm ülke yaptıklarını onaylıyordu. Artık televizyondan sonra basın da ellerine geçmişti.
Sanki tüm muhaliflerin sayısı 140 bin kişi gibi gösterdiler.
Halbuki 20 milyon içinde bizim oyumuz da vardı. Ama artık bizim sesimizin çıkmasına izin verilmiyordu.
HALKI ANLAYAMADIK
Mollalar güçlendikçe saldırganlaştılar.Örneğin, tirajı bir milyon olan liberal "Ayendegan" Gazetesi'ni kapattırdılar. Sıra sonra "Keyhan" Gazetesi'ne geldi; muhalif yazarların işten çıkarılmasını sağladılar.
Tüm bu olanları protesto etmek için mitingler düzenlemeye başladık. Ama iş işten geçmişti artık; insanlar yılmıştı, korkuyordu.
Özgürlük, demokrasi ve bağımsızlık için ayaklanan halkın, bu kadar kısa sürede değişeceğini düşünememiştik.
Sanmıştık ki, mollaların gerici yasalarına/kurallarına halk karşı çıkacak. Halbuki tersi oldu; mollalar yasak, sansür getirdikçe arkalarından gidenlerin sayısı arttı.
Örtünmek moda oldu!Tüm bunlara "gelip geçici bir fırtına" diye bakmak ne büyük yanılgıydı.Komünistlerden, solculardan, demokratlardan, milliyetçilerden sonra liberal İslamcılar da zamanla mollaların hedefi oldu.
Şah döneminden daha çok insan cezaevlerine konuldu; idam edildi.Milyonlarca insan canını kurtarmak için yurtdışına kaçtı.
Kaçanlardan biri de bendim.Umarım bizim hatalarımızdan birileri ders çıkarır.”

21 Ekim 1999 Perşembe günü sabahı evinin önündeki aracına yerleştirilen bomba ile katledilen gazeteci yazarımızın adı nedir?


Cevabı bulamıyorsanız iki sonuca varırsınız:

İlki, yaşananlardan çıkarılmış bir ders yok…

İkincisi ise İran’ın düşündüğünüzden çok daha yakın olduğu gerçeğidir.

(Not: Bu metin, Bahman Nirumand'ın "İran" kitabından derlenmiştir.)


19 Ekim 2007 Cuma

84.Yılında Bir Cumhuriyet Bayramı Tebriği

Son 10 gün.

84. Yılını kutlayacağımız Cumhuriyet Bayramı’na sadece 10 gün kaldı.

2007’deki genel tablo karanlık.

1923’teki aydınlık çizgiden ve hedeflerden uzaklaşılmış, bağımsızlık yitirilmiş.

Hasta bir imparatorluktan yenilgilerle yorgun ve yoksul düşen halk, 4 yıl daha sürecek son savaşını veriyor. Düşman çok. Dönemin süper güçleri Anadolu’yu paylaşmış. Her yer işgal altında. Düzenli ordu yok, silah ve mühimmat gasp edilmiş. İçerideki işbirlikçiler, İzmir’i işgal eden Yunan’ı hilafetin ordusu ilan etmiş. Ona kurşun sıkanı ise kafir.

Tüm cihana hükmetmiş zamanın en büyük imparatorluğundan geriye tek bir kişi ayakta kalıyor:

Mustafa Kemal.

O an yeryüzünde yaşayan hiç kimsenin aklına gelmeyen bir şeye inanmış. Ve de onun için savaşıyor.

Hedefinde tam bağımsız bir Türkiye Cumhuriyeti var.

Kul olmaktan ötesini bilmeyen halkına demokrasiyi hediye edeceğini, Sofya’da askeri ateşe görevindeyken en yakınına açıklıyor. Yıl 1914.

Olacak şey değil.

Bugün O’na deccal diyenleri anlamıyorum.

Çünkü Mustafa Kemal’in düşündüğü, inandığı, savaştığı ve sonunda zafere ulaştığı ‘Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’ fikri, o dönemde şeytanın dahi aklına gelmez!

Ve kimsenin hayal dahi edemediği Türkiye Cumhuriyeti’ni 29 Ekim 1923’te tüm dünyaya ilan etti.

Üzerinden tam 84 yıl da geçmiş…

Bugünkü tablo ise dünü aratmıyor.

Toplam 4 yıl süren Kurtuluş Savaşı’nda 10.000 vatan evladını yitirmiş Türk Ulusu; 25 yıldır bitiremediği bir terör örgütüne 30.000 üzerinde kayıp veriyor.

Bu sayı her geçen gün artarken, PKK terör örgütü daha da güçleniyor. Üç-beş çapulcu olarak nitelenen teröristler bugün Kuzey Irak’ta Kürdistan’ı ilan ediyor.

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde temsil ediliyor.

Sözde lider kadrosu tehditler savuruyor. Mesud Barzani herkesi Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı savaşa davet ediyor.

Terörist başı Abdullah Öcalan İmralı’da korunurken örgütüne talimatlar veriyor. Avukatları ve insan hakları örgütleri kendisinin sağlığından sürekli endişe duyuyorlar.

Son 50 yıldır kapısında ulusal onurumuzu ayaklar altına alarak beklediğimiz Avrupa Birliği, PKK terör örgütüne lojistik destek sağlıyor.

Fransa Dışişleri Bakanı, Barzani’yi kucaklarken Kürdistan’da Fransız Konsolosluğu açma sözünü veriyor.

Dost ve müttefik Amerika, silahlarını kendi elleriyle PKK’lı teröristlere bırakırken, askerimizin kafasına çuval geçirmeyi ihmal etmiyor. Sınır ötesi operasyon yetkisinin Irak’ın egemenliğini tehdit eder açıklamaları yaparken, kendi ordusunun Irak’ı paramparça ettiğini ve ardında 750.000 insanı katlettiğini unutuyor. Komitesinde sözde Ermeni Soykırım’ını kabul ediyor.

İktidara taşıdığı AKP Hükümeti ve Başbakan Erdoğan ise evlere şenlik.

ABD Komitesinde kabul edilen soykırım tasarısı üzerine Büyükelçimizi ülkeye geri çağırırken, PKK eylemlerinin durdurulması için Büyük Başkan’ına yalvarmak üzere önümüzdeki ay ziyarette bulunma planları yapıyor.

Tezkere izninin mutlak bir sınır ötesi operasyon anlamına gelmediğini, bu tezkereyi henüz Meclis’e taşımadan beyan ediyor.

32. Gün’lerde olası K.Irak operasyonunu ‘istila’ olarak adlandıran, köşelerinde Atatürk’e söven yazarlar ödüllendirilirken, hükümeti eleştirenler ya gazetelerinden ya da ülkelerinden kovuluyorlar.

Önce Nobel’i sonra New York’tan evi alanlar bu ülkenin gurur duyulası şahsiyetleri ilan edilirken, Ekonomiden sorumlu devlet bakanımızın aynı zamanda İngiliz vatandaşı olduğunu öğreniyoruz.

Cumhurbaşkanlığı adaylığı açıklandığında, “Türkiye’de Cumhuriyetin sonu gelmiştir” dediğini öğrendiğimiz Abdullah Gül’ün değiştiğini savunanları; seçim sonuçlarını manşetlerinden İkinci Cumhuriyetin Birinci Cumhurbaşkanı şeklinde duyurduğunu görüyoruz.

Büyük Ortadoğu Projesi gereği Ilımlı İslam rejimine geçiş tüm hızıyla devam ediyor. Türban, çok yakında anayasada da yerini alarak kılık kıyafet yasası tarihe gömülüyor.

Ilımlı İslam Projesinin gizli kahramanı sağlık sorunları nedeniyle ikamet etmek zorunda! kaldığı ABD’den, tüm dünyaya yayılmış okullarını, yurtlarını kontrol ve koordine ederken müritleri tüm Anadolu’yu sarıyor.

Herhangi bir tarikat mensubu olmayan bireyin çok zor bulunduğu bir toplum haline dönüşüyor, mahalle baskılarını konuşuyor, acaba Malezya mı olacağız tartışmaları yapıyoruz.

Şimdi, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Cumhuriyetin 84. yılı kutlamaları için yapmayı planladığı havai fişek gösterileri haberini okuyunca aklıma ister istemez gündüz vakti Ankara’da patlatılanlar geldi. Hani şu AB’ye girdiğimiz günü kutladığımız. Ne kadar sevinçliydik hepimiz. Hangimizin aklına gelirdi sadece 2 yıl sonra Malezya’yı tartışacağımız.

Son 10 gün.

84. Yılını kutlayacağımız Cumhuriyet Bayramı’na sadece 10 gün kaldı.

Önümüzdeki on günde nelerin yaşanabileceğini ise kimse kestiremiyor.

Büyük devletlerin yüz yıllık politikalarına alet olurken, onların politikaları gereği rejim değişikliği yaşarken; dünyanın sayılı orduları arasında gösterilen TSK’nın yalnızca on gün sonra nerede olacağını bilemiyoruz.

Dış politikan yok.

İç politikan, AB ve ABD güdümünde, tarikatların ellerinde.

Ekonomin ise yine yabancıların tekelinde.

Halkın önemli bir kısmı oyunu üç poşet kömür ve nohuta eş değer tutarken, onu bu hale getiren nedenleri sorgulama bilincinden uzak.

Mustafa Kemal’in adı ‘diktatör’, Kemalizmin adı ‘gericilik’ olmuş. Bu değerleri savunanlara yaşı, eğitim durumu ne olursa olsun ‘dinazor’ deniliyor.

Bu şekilde kaç Cumhuriyet Bayramı daha kutlayabiliriz, bilemiyorum.

Belki son on.

Belki de son.

Ama ben yine de sizin önümüzdekini en coşkulu kutlayacağınızdan eminim.

Çünkü siz garanti olanı seversiniz.

İyi Bayramlar…

14 Ekim 2007 Pazar

Yaşasın Demokratik Türkiye !..

Ramazan Bayramı’nın üçüncü ve son gününde keyifli bir Pazar yazısı yazmak isterim.

Üstelik, gül gibi Reis-i Cumhur’un biricik kızı Kübra’nın bu en mutlu gününde, gerçek gündemi ele alıp ta can sıkmaya ne gerek var diyebilirsiniz.

Haklısınız!

Ancak kendi adıma şunu açıkça söylemeliyim ki son gelişmelerden sonra ne bayramın tadı ne de keyfi kaldı. Zaten yılın düğünü de benimki değil. ( Umarım RTE, son cümleden dolayı beni de, Sayın Bekir Coşkun’a yaptığı gibi, ülkemden kovmaya kalkmaz. Zira, cümleden “Benim Cumhurbaşkanım değil” gibi bir anlam çıkmıyor. )

Gerçek gündem diyorum çünkü yapaylarıyla oldukça fazla zaman kaybettik. Zorunlu-sorunlu din dersi, acaba Malezya olur muyuz, türban nedir, neyi simgeler, kamusal alanlar nereleridir tartışmalarını yaparken bir de baktık ki ABD Kongresi’nde Ermeni Yasa Tasarısı kabul edilmiş.

Yapay gündemlerle sadece zaman değil, topraklarımızı da kaybedeceğimizden kaçımız haberdarız ?

ABD’nin Büyük Ermenistan projesi dahilindeki bu yasa tasarısının, Birleşmiş Milletler nezdinde de kabul göreceğini ve Ermenistan’ın toprak talebinde bulunacağı günlerin çok uzakta olmadığı bu kadar açıkken bizler neyi tartışıyoruz; biliyorsunuz:

“Sınır ötesi operasyon yapılmalı mı?”

Şaka gibi gelebilir ama değil.

Perşembe akşamı Siyaset Meydanı’nın konuğu E.Tümgeneral Osman Pamukoğlu idi. Kendi dönemini, başarılarını, terörle mücadelede nelerin gerektiğini ve bunları yaparken yaşadığı sıkıntıları, herkesin anlayabileceği sade bir dille anlattı.

Osman Paşa’nın anlattıklarında, benim dikkatimi çeken ve hala tartışmakta olduğumuz olası K.Irak operasyonun başarısı için referans kabul edebileceğim iki çok önemli husus vardı:

Gizlilik ve siyasi kararlılık.

Diyarbakır’ı bölgenin yıldızı yapacağını müjdeleyen ve Abdullah Öcalan’dan sonra ilk kez “Türkiye’lilik ve Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı” kavramlarını dile getiren Başbakan RTE’nin terörle mücadele konusundaki kararlılığını, ona oy veren-vermeyen her Türk’ün kendi vicdanına bırakıyorum.

Operasyonun gizliliği mi? Son bir haftanın herhangi bir günlük siyasi gazetesini elinize aldığınızda, TSK’nın aşağı yukarı kaç kişilik bir kuvvetle, hangi hedeflere nerelerden ulaşağının haritalarını görürsünüz.

Hatta aynı gazetelerde bazı çok demokrat sayın aydınlarımızın! son günlerde artan terör olaylarının sadece PKK’nın sorumluluğunda olmadığına dair yazılarını da bulacaksınız. Sayın! Barzani gibi önemli bir Kürt liderine yeterince sahip çıkmadığımızı hatta onu bir şamar oğlanına döndürdüğümüzü, en azından Sayın! Talabani’nin kaybedilmemesi yolundaki tavsiyelerini okumadıysanız, üzülmeyin. Kendisi mutlaka bir 32. Gün’de tekrar dile getirecektir!

Bunun bir pazar, bayram ya da düğün arifesi yazısı olmadığını sanmayınız.

Yanılıyorsunuz!

Dünya tarihini incelerseniz, hiçbir ülkenin meclisinde, bizdeki kadar, kendisini yok etmek isteyen terör örgütünün varlığına dair unsur bulamazsınız.

Ve de hiçbir terör örgütünün içerideki işbirlikçilerin adı karizmatik lider, demokrat; dışarıdakilerin ise dost ve müttefik olmamıştır!

Dünya tarihinde bizim kadar demokrat başka bir ülke daha var olmadı.

Olamaz da.

Sorun, bizim bu şekilde ne kadar daha var olabileceğimizde gizli.

Eğer hala gizli bir şeylerin kaldığına inanıyorsanız!

İyi Pazarlar…

8 Ekim 2007 Pazartesi

KÜRT - İSLAM DEVLETİ YOLUNDA TÜRKİYE

Dengir Mir Mehmet Fırat.

Hepiniz tanırsınız.

AKP Adana Milletvekili, aynı zamanda partinin Genel Başkan Yardımcısı.

Kendisini, geçen akşam Sky Türk’de, Enver Aysever’in programında dinleme imkanı buldum.

Her ne kadar, programın adı “Aykırı Sorular” olsa da; asıl aykırılık Sayın Fırat’ın söylemlerindeydi.

Sabahın ilk saatlerine kadar süren konuşmaları burada sizlere aktarmam olanaksız.

Ancak şu bir gerçek ki Cumhurbaşkanlığı seçiminde olduğu gibi, Referandum konusu da, MHP’nin açık çekiyle uzlaşma aranmaksızın, yeni bir AKP dayatması olarak karşımıza geliyor.

Bırakın halkı, 21 Ekim’de kendileri dahi neye “Evet” yada “Hayır” denileceğine karar veremiyorlar. Sürekli yeni düzeltmeler ve düzenlemeler yapılıyor.

Tıpkı yeni anayasa taslağında olduğu gibi.

Tek söylenen, daha özgürlükçü ve demokratik bir anayasa olacağı.

Ve tabii özlenen…

Özlenen Cumhurbaşkanı’nda sonra Özlenen Anayasa!

Sayın Fırat’ın da açıkça söylediği gibi, yeni anayasa ile üniversitelerde türban yasağı kalkacak. Ve bunu yine MHP’nin yardımıyla, TBMM’den geçirecek güce ne yazık ki sahipler. Zaten bunun müjdesi geçen gün Sayın RTE tarafından yine bir iftar sofrasında Ankara’da dile getirilmişti: “ Sabredin, her şey bir anda mümkün olmuyor!”

Soğukkanlı, kontrollü ve sakin bir yapıya sahip olarak bilinen Sayın Fırat, bazı sorular karşısında sinirlerine hakim olamadı. Son seçimlerde arkalarına aldıkları muazzam destek ile çok mühim konulardaki alaycı tavır ve sözleri ise, gizli amaçları ne olursa olsun, bir siyasetçiye yakışmayacak türdendi.

ABD’nin, komşumuz Irak’ta yıllardır sahnelemekte olduğu terörü, bir uluslar arası ilişki olarak tanımlamasının ve 01 Mart Tezkeresinin reddini Türkiye adına tarihi bir hata olarak göstermesin adı sadece, traji-komedya’dır. Sayın Fırat’a göre ne yazık ki şu an içinde bulunduğumuz tüm sıkıntıların ana nedeni, ABD terörüne Türkiye Cumhuriyeti’nin alet olmamasıdır.

Dengir Mir Mehmet Fırat’ın tüm bunları canlı yayında söylemesinden yaklaşık 12 saat sonra, Şırnak’taki hain pusuda 13 şehit daha verdiğimizin haberi tüm ajanslara düştü.

Kasım 2004’te iktidara geldiklerinde sıfır noktasında teslim aldıkları PKK terörü lanetinin, tekrar başımıza musallat edilmesinin sebebi meğerse komşumuz Irak’taki Müslüman Halk’a karşı yapılan zulme ortak olmayışımızmış. Tezkerenin reddiyle, masada süper güçlerin yanında oyuncu değil ama o güçlerin ellerindeki kart olmuşuz.

Bunları ancak bir dingil söylerdi; Dengir Mir söyledi.

AKP İktidarının terörle mücadele konusundaki isteksizliği ve buna bağlı pasifliği malum. Genelkurmay Başkanı Sayın Büyükanıt’ın kameralar karşısında kamuoyuna sınır ötesi operasyonun gerekliğini ve TSK’nın bu tür operasyonlara hazır olduğu demeçlerini hatırlayınız. Peki buna rağmen Irak ile imzalanan terörle mücadele anlaşmasında, sıcak takip hakkında vazgeçilmesinin mantıkla açıklanır bir tarafı var mıdır ? Ya da ABD silahlarıyla donanmış terör örgütüne karşı operasyon izninin yine ABD’den istenmesinin ? İntihar saldırılarının 5, insan kaybının 100’den az olduğu günlerin “sakin” olarak değerlendirildiği Irak ile terörle mücadele anlaşması size ne kadar gerçekçi geliyor ?

Sayın Fırat’a dönecek olursak, 01 Mart Tezkeresinde alınan kararın yanlış olduğuna ve bu kararın bugünkü sonuçları oluşturduğuna inanabilir. Bu inancını dile getirmesi de en tabii hakkıdır. Ancak benim içime sinmeyen husus, buna inanmış birinin Türk Halkı’nın gözünün içine bakarak hala daha iktidarının ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ABD ve AB’den tamamen bağımsız olduğu yalanını söyleyebiliyor olmasıdır.

Bu yalanlara kaç kişi inanır demeyiniz. Cevabı son genel seçim sonuçlarında hepimiz gördük.

Hepimiz üç çuval kömür ve nohutla gelen ihaneti yaşadık.

Son 24 saat içinde şehit düşen askerlerimizin sayısı 15 olmuş.

Ağlama yurdum insanı. Sen, “askerlik yan gelip yatma yeri değildir” diyeni tek başına iktidar yaptın!

Her fırsatta Türkiye Cumhuriyeti’nin bölünmez bütünlüğünden, üniter devlet yapısından, laik ve sosyal hukuk düzeninden, Atatürk ilke ve devrimlerinden feragat edemeyeceğini söyledin ama tüm bunları yıkmak için ant içmiş olanlara asker selamı durdun!

Değişmeyen tek şey, AKP ve kurmaylarının ve de uluslar arası destekçilerinin amacı oldu. Sloganı hatırlayın:

“ Durmak yok, yola devam…”

Bu yol Kürt – İslam Cumhuriyeti’ne çıkar.

Haberiniz ola!