29 Ağustos 2009 Cumartesi

Bu zafer bizimdir... 87 yıldır!


Cumhuriyetin ilanından sonra ziyarete gelen Yugoslav Kral Aleksandr ile Mustafa Kemal, İstanbul Dolmabahçe’de sohbet ederken konu birden bire değişir.
Yugoslav Kral: “Ekselans”, der.
Biz Türkleri çok severiz. O kadar çok ki, vaktiyle Birinci Cihan Harbi’nin sonunda Llyod George, Batı Anadolu’yu Yunanistan’a teklif etmeden evvel, bize teklif etmişti. Fakat biz Yugoslavlar, Türkleri çok sevdiğimiz için İngiltere’nin bu önerisini kabul edip Anadolu seferine çıkmadık
diyerek bir tebessüm ve teşekkür beklerken Mustafa Kemal’den gelen cevap sarsıcıdır:
Büyük geçmiş olsun, majesteleri…”

Cesur olmak mühimdir; çünkü cesaretin bittiği yerde esaret başlar.
19 Mayıs 1919 tarihiyle başlayan Türk Ulusu’nun yurduna sahip çıkma ve varlığını sürdürme mücadelesi, 26 Ağustos 1922'de başlatılan taarruzla 9 Eylül 1922’de İzmir'de sonuca ulaşmıştır.
Bu sonuç tüm dünyaya Türk Ulusu’nun bağımsızlığı ve özgürlüğünü ilan etme açısından son derece önemlidir.
Bu özel günü bizlere armağan etmiş tüm şehitlerimizi, gazilerimizi ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu, Türk ordularının ebedi başkumandanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ü saygı ve şükranla anıyor, emanetinin bekçisi olmaya devam edeceğimizi yineliyoruz…

30 Ağustos Zafer Bayramı tüm ulusumuza kutlu olsun.

Saygılarımla,

Çağlayan Karadoğan

26 Ağustos 2009 Çarşamba

Bu paslara oralardan iyi vurur...

Taş atılıyor.
Çakmak atılıyor.
İdrar dolu şişeler atılıyor.
Hakem görmezden geliyor.
Yüzünü çeviriyor.
Atılmıyormuş gibi yapıyor.
*
O hakem, iktidardır.
*
Saha, Türkiye.
*
Kendisini itip kakana bile hoşgörü gösterirken; "Kafama bunu attılar" diye gösterene, sarı kart gösteriyor...
Küfür edene ses çıkarmıyor; "Bana küfür etti" diyene, "Kes sesini" diyor.
*
Fenerbahçe, biziz.
*
Gördüğünü söylemek, suç.
Adalet istemek, kabahat.
*
Açılım planlanıyor mesela...
Nerede?
Polis Akademisi’nde.
*
E bakıyoruz...
Yakasına Atatürk rozeti takan AB vatandaşı Daum’a "Atarım seni dışarı" diye gözdağı veren 4’üncü hakemin asıl mesleği, polislik!
*
Matrağın böylesi mi desem...
Kaderin cilvesi mi.
*
Ve, işin özünde, Diyarbakırlı olmak filan değildir sorun...
Öyle olsa, Aziz Yıldırım’a niye taş atsınlar?
Türk-Kürt de değil mesele...
Yoksa, niye Brezilyalı Santos’a küfür ederken, Kamerunlu Tazemeta’yı alkışlasın?
Diyarbakırsporlu-Fenerbahçeli olmak desen...
Sorun olsaydı, "Biji Fenerbahçe" pankartları açılır mıydı?
*
Peki nedir..."Basiretsiz yönetim"dir.
*
Ha futbol.
Ha hayat.
Bu ülkede kanunlar, sadece kanunlara uyanlar için geçerli kardeşim...
Evrensel kuralları uygulamaya korkan, suç işleme özgürlüğüne "çanak tutan"dır asıl sorun.

Yılmaz Özdil, Hürriyet 26.08.2009

21 Ağustos 2009 Cuma

Al sana açılım!

27 senedir gazetecilik yapıyorum...
Ve, çalışma hayatımın en enteresan "sansür" olaylarından biri geldi başıma...
"Açılım"ı destekleyen arkadaşların, iyi okumasını öneririm.
*
Tatilden döndüm...
"Kürtçe" başlıklı bir yazı yazdım.
Bugün çıkacaktı.
*
Şöyle başlıyordu:
"Kimimiz Türk, kimimiz Kürt, kimimiz Laz, kimimiz Çerkez... Yahudimiz, Rumumuz, Ermenimiz, Rus gelinlerimiz, Alman damatlarımız; uzatmayayım, ’mozaik’ derler, değiliz aslında, ’ebru’yuz, koskoca bir aileyiz... Ve, ortak bir vatanımız, ortak bir resmi dilimiz var bizim; Türkçe... Bizi, biz yapan."
*
Şöyle devam ediyordu:
"Dünyaya entegreyiz; İngilizce de öğreniriz, Japonca da... Elbette, anadilini de, mesela Kürtçeyi de öğrenmek en doğal hakkıdır yurttaşların... Ama, bu doğal hakkı, ’açılım’ adı altında, ’resmi dil’ haline dönüştürmeye çalışmak, bizi biz olmaktan çıkarmaz mı? ’Bizi bize yabancı’ hale getirmez mi? İki lisanlı toplum olursak eğer... Birlikte yaşamak isteyen, sorunlarını konuşa konuşa çözme iddiasında olan, ancak, birbirinin dilinden anlamayan bir toplumu, hangi tutkal bir arada tutabilir?"
*
Ve, şöyle bitiyordu:
"Silahla beceremeyen bölücülerin tuzağına düşmemeli Türkiye... Kanın durması için teröriste bile şefkat gösterilebilir; bakarsın, tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır... Fakat, farklı dil, kardeşi kardeşe yabancı haline getirir, ki, terörden tehlikelidir."
*
Yazı buydu.
Peki "sansür" nerede?
Şurada...
*
Yazıyı Kürtçe yazmak istedim!
*
Hayır...Amacım, Türkiye’nin en etkin gazetesinde ilk Kürtçe makaleyi yazan kişi olmak değildi... Yukarıdaki satırları okuyacaktınız ve anlamayacaktınız.
Amacım işte buydu.
*
Araya "ikinci resmi lisan" girdiğinde...
Farklı etnik gruplara mensup olan, ancak, Türkçe konuşarak, Türkçe yazarak, Türkçe okuyarak "anlaşan" bir toplumun, nasıl aniden birbirine yabancılaşacağını görecektik...
Kanıtı da, bu yazı olacaktı.
*
E hani sansür?
Buyrun...
*
Kürtçe bilmediğim için, Türkiye Çevirmenler Derneği’ne başvurdum,
"Bu yazıyı Kürtçeye çevirmek istiyorum" dedim.
"Hay hay" dediler, İstanbul’daki "yeminli tercüme bürosu"nun telefonlarını verdiler.
Aradım...
"Hay hay" dediler, Kürtçe tercüman bulmak için iki gün izin istediler ve çevirme ücretinin de 180 lira artı KDV olduğunu belirttiler...
"Hay hay" dedim, fatura bilgilerimi gönderdim, yazımın Kürtçe tercümesini beklemeye başladım.
*
İki gün sonra...
Türkiye Çevirmenler Derneği’nden aradılar...
"Kürtçe tercüman bulduklarını, hatta 8 tane Kürtçe tercümana başvurduklarını, ancak 8 tercümanın da bu yazıyı Kürtçeye çevirmek istemediğini" söylediler...
*
Allah Allah!
Niye birader?
"Yazının içeriğini uygun bulmamışlar!"
*
(Bu arkadaşlar "yeminli" tercüman ama, yeminleri bi acayip... İçeriğini beğenirlerse, tercüme ediyorlar, beğenmiyorlarsa, etmiyorlar... Sanırsın, tercüman değil, sansür kurulu!)
*
İşte böyle...
Terör, bizi bölemez.
Lisan, böler.
Cart diye.
*
Bizi bize yabancı eder.
Kanıtı da bu yazı.

Teşekkürler Yılmaz Özdil, 21.08.2009 Ağustos

18 Ağustos 2009 Salı

İyi ki bu aydınlar var...

AYDINLAR(!) AKP’nin “Kürt açılımını” destekliyorlar.

Tıpkı “Kıbrıs açılımı”nda, “AB açılımı”nda, “Ermenistan açılımı”nda olduğu gibi.
Tümü fiyasko ile sonuçlandı...
Kıbrıs daha da mağdur, Ermenistan’a olan kapılar da kapandı, ortaçağ yaşam biçimini dayatıp, pisuvarları dahi söktüren bir zihniyetle, Türkiye şimdi AB’ye daha da uzakta...
*
Sıra “Kürt açılımı”nda...
Bir kere; Kürtler bizim vazgeçilmez parçamızdır.
Kürtler “Türk” tanımını istemiyorlarsa, gerekirse biz “Kürt” oluruz... Tıpkı “Hepimiz Ermeni” olduğumuz gibi...
Nitekim bu ülkede bin senedir kimsenin aklından Kürt-Türk ayrımı geçmedi.
*
Ama bakın; AKP “Kürt açılımı” dediğinden ve aydınlar(!) da destek için koştuklarından bu yana, Türkiye daha bölük pörçüktür...
Bir defa Kürt vatandaşlarımızı PKK ile aynı kefeye koydular...
İşte; koca Türkiye, “bebek katili” diye yargılayıp müebbete mahkûm ettiği Apo’dan “yol haritası” bekliyor...
İyi mi?..
Ama devletin “açılımı” ise nedir, henüz bilen yok...
Bir tek adı belliydi, onu da önce “Kürt açılımı”, sonra “demokratik açılım” şimdi de “milli bilmem ne” diyerek tam üç kez değiştiriverdiler...
“Açılım” için “Aman kaçırmayalım, kaçıyor...” diyen Cumhurbaşkanı sessizliğe büründü, gıkı çıkmıyor...
Başbakan, açılımı görüşürken “Başbakan” olmaktan çıkıp “AKP Genel Başkanı olarak” kimlik değiştiriyor...
Bu nasıl açılım?..
Böyle örtülü, böyle gizli hesaplı, böyle esrarengiz...
Böyle karanlık...
Böyle kuşku ve korku dolu ve basiretsizce bir “açılım” Türkiye’ye güven ve huzuru getirebilir mi?..
Nasıl?..
*
Aydınlara(!) gelince:
Onların çoğu bir zamanlar solcuydu.
Solu bitirdiler...
Şimdi AKP’li oldular...
AKP’yi bitirecekler, sağ olsunlar...

Bekir Coşkun, 18.08.2009 Hürriyet

12 Ağustos 2009 Çarşamba

‘Açılımı’ niye kimse açamıyor?..

ASLINDA ben de size “açılım” yazısı yazmak istiyorum. Ama “açılım”ın ne olduğunu bilmiyorum bir tek...
Olsun...
Nasıl olsa “açılımın” ne olduğunu bilmeden, herkesin bir fikri var. İktidar dalkavukları televizyonlarda açılımın “iyi bir şey” olduğunu söylüyorlar. Sadece “açılımın” ne olduğunu onlar da bilmiyorlar...
Bir teki bilseydi, size söylerdi.
Dün Başbakan iki saat konuştu “açılım” üzerine, ama açılımın ne olduğunu-içeriğini yine de söylemedi.
Neden?..
Bir Başbakan “açılım” der de, onun ne olduğunu niçin söyleyemez?..
*
Bakın:
Türkiye için devletin otuz yıldır belirlediği iki iç tehdit vardır.
Birincisi; irtica...
İkincisi; bölücülük...
Anayasa Mahkemesi, iktidarın “irticai faaliyetlerin merkezi” olduğuna karar verdiğine göre...
Birincisi iktidardadır...
Ve birincisi, ikincisini yanına çekiyor...
*
Çünkü; bu ikisini bir araya getiren unsur, “Türk” tanımına karşı oluşlarıdır.
AKP, Atatürk Cumhuriyeti’nin temeli olan “Türklüğü” değil, amaçladığı ılımlı İslam’ın referansı olan “İslam’ı” birleştirici unsur kılmak ister.
Bölücüler ile burada uzlaşıyorlar.
İşte; iktidardaki birinci tehdit, ikinci tehdide yol açmak için aylardır şu “açılımdan” söz ediyor... Ama Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı işlediği suçun ağırlığından, içeriğini dahi aylardır söyleyebilmiş değil iktidar...
*
Televizyonlarda-gazetelerde konuşan iktidar dalkavukları da “açılımın” ne olduğunu size anlatamazlar.
En kısa anlatımıdır belki:
Bu cumhuriyeti birlikte kurmuş, toprağı, suyu, ekmeği, kanı karışmış Türkler ile Kürtleri ayrıştırarak... Tıpkı “Müslümanlar-laikler”de olduğu gibi akrabaları birbirlerine düşman ederek... Çirkin bir oyunu insanlara yutturmak mıdır açılım!..
Türkiye bölünüyor...
Görmüyor musunuz?..

Bekir Coşkun 12.08.2009 Hürriyet

10 Ağustos 2009 Pazartesi

Kürt Açılımında Üç Yanlış İki Eksik

Herhangi bir sorunu masaya yatırdığınızda ve müzakereye açtığınızda önce ciddi bir teşhis gerekir.
“Kürt Sorunu” denen sorun, aslında büyük tarih-çimiz Halil İnalcık’ın çok doğru teşhis ettiği gibi, uluslararası açıdan bir “Doğu Sorunudur:”
Yani Anadolu’yu da içine alan, Ortadoğu’nun denetim ya da paylaşım sorunu.
Bunun temelinde de bölgenin petrolü ve stratejik önemi yatar.
“Doğu Sorunu” günümüzde hem dünyanın li-derliğine soyunan ABD’nin, hem de AB’nin stratejik sorunları arasındadır…
Bu nedenle ABD de AB de “Kürt Sorununda” aktif taraflardır; nitekim öyle de davranmaktadırlar.
1) Bu teşhis bizi “Kürt açılımındaki” birinci yanlışa, muhatap yanlışına götürmektedir:
Konunun çözümlenmesinde ve müzakere edilmesinde aktif taraflar olan Washington ve Brüksel’i dışlayıp, “Açılım” adı altında sorunu on-on beş Türk gazeteci ile müzakere etmeye başlamak büyük bir yanlıştır.
Bu başlangıç, eğer bir vizyonsuzluğun veya beceriksizliğin sonucu değilse, samimiyetsizliğin ifadesidir.
Ciddi bir çözüm çabası Washington’un ve Brüksel’in de masada olmasını gerektirmektedir.
2) İkinci yanlış, yine sorunun tanımının yapılmamasından ya da müzakerenin sınırlarının çizilmemesinden kaynaklanmaktadır:
Çözümleme ve müzakerelerin hedefi nedir?
Sorunun çözümü hangi sınırlar içinde gündemdedir?
Örneğin, federasyon ve ayrılma ya da bunlara yol açacak siyasal haklar ve gelişmeler söz konusu mudur?
Muğlak sorunlar, belirlenemeyen hedefler her çözümlemeyi ve müzakereyi çıkmaza sokar; bu gerçek çağdaş müzakere tekniklerinin alfabesidir.
3) Üçüncü yanlış, sorunla ilgili olarak yaşanan pratikte ortaya çıkmaktadır:
“Kanlı geçmişin üzerine sünger çekelim, geleceğe bakalım” deniliyor…
Tamam!
Ayrılıkçı terör örgütü PKK için bir genel affın gündeme gelmesi de söz konusu…
O da tamam!
Ama eski katil ve teröristler “itirafçı” yapılarak “gizli tanık” kimliğiyle, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin suçlanmasında kullanılıyor…
Eski katil ve teröristi affet, akla…
Onlarla savaşan ordu mensubunu, üstelik de onlar aracılığıyla suçla!
Bu yöntemle hangi “geçmişin üzerine sünger çekilebilir?”
Bu pratik, hem tarihe hem adalet duygusuna hem de mevcut iç dinamiklere aykırı görünmüyor mu?
“Açılım süreci” bu uygulamayla daha baştan torpillenmiyor mu?
Şimdi gelelim birinci eksiğe:
1) “Kürt Sorununun” demokratik siyaset içinde Meclis’e yansımasını ve burada açıkça tartışılmasını engelleyen bir “yüzde on seçim barajı” sorunu vardır.
“Kürt Sorununu” samimi olarak tartışmak ve çözmek isteyen bir iktidarın önce bu adil temsil ilkesini zedeleyen barajı tümüyle kaldırması ya da en azından düşürmesi gerekmez mi?
2) İkinci eksik, bölgedeki feodal yapıyı tasfiye edecek olan, toprak reformunu da içeren bir “bölgesel plandır.”
Bölgeden gelen gerek Türk kökenli, gerekse Kürt kökenli siyasetçilerin “ağalık” yapısından, yani feodal ilişkilerden yararlandıkları bir sır değildir.
Bölgedeki yoksulluğun da terörü besleyen kaynaklardan biri olduğu bilinen gerçeklerdendir.
Politikacıların bireysel siyasal çıkarlarına ters düştüğü için ağızlara alınmayan “toprak reformu”, yoksullukla mücadele edecek bir “bölgesel plan” çerçevesinde gündeme getirilmedikçe, sorunun hızlandırılmış bir çözümü çok zordur.
Ama tabii hem bölgedeki feodal yapının hem de sorunun devamından rant yiyenler (hem Türk kökenli hem de Kürt kökenli politikacılar) “toprak reformunu” ağızlarını bile almamakta, alanı da derhal suçlamaktadırlar.
Bu eksik ve yanlışlar düzeltilmedikçe, “Kürt Açılımının” da; AKP’nin öteki açılımları olan “Ermeni Açılımı”, “Kıbrıs Açılımı”, “AB Açılımı” gibi açılımlara benzer bir biçimde hüsranla sonuçlanması daha muhtemel görünmektedir.

Emre Kongar - 10.08.2009 Cumhuriyet

4 Ağustos 2009 Salı

“Atatürk modeli”ne ne oldu?

“Kürt sorununa çözüm arayışı süreci”ni başlattığını açıklayan İçişleri Bakanı Beşir Atalay; ortaya bir “Türkiye modeli” attı. Atalay’ın kastı şuydu:
Biz İspanya veya İngiltere modellerini birebir uygulamayacağız, onlardan yararlanarak dünyaya örnek olacak bir Türkiye modeli geliştireceğiz.”
Atatürk’ün Türkiye modeli
Atatürk’ün kurduğu Türkiye modeli, özellikle mazlum uluslar için örnek oluşturmuştur.
Atatürk modelinin özü; ırkçılığa, ayrımcılığa dayanmayan, demokratik, laik, ulus devlet modelidir. Bu modelde esas olan ırk, cinsiyet, dil, din farkı değildir. Bu model Ernest Renan tipi ulus anlayışına dayalıdır.
Atatürk’ün benimsediği ve yaşama geçirdiği bu modelin ulus anlayışı, ortak üst kimlik niteliğindedir ve coğrafi ve kültürel bir öz taşır.
Atatürk’ün, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel direklerinden biri olarak geliştirdiği ulus projesi; Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Arap, Arnavut gibi farklı etnik kökenleri öne çıkaran bir model değildir. Aksine, bütün etnik kökenleri ve kültürleri, “Türk ulusu” üst kimliği altında toplayan ve ortak noktaları öne çıkaran bir yaklaşımdır.
Çözmek ve çözülmek
Çağdaşlarının kurduğu modeller tarihe karışırken, Atatürk’ün, “En büyük eserim” dediği Türkiye Cumhuriyeti’nin 20. yüzyılı ayakta tamamlaması kuruluş felsefesinin isabetli, temellerinin sağlam olduğunu kanıtlamıştır.
Ancak özellikle 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren bu felsefeye ve temellere çok ciddi saldırılar gerçekleştirildiği ve zarar verildiği de gerçektir.
Atatürk’ün kurduğu Türkiye modeli, insan hak ve özgürlüklerinin geliştirilmesiyle, farklı kültürlerin zenginlikler olarak yaşanmasıyla ve yaşatılmasıyla, demokrasinin güçlendirilmesiyle çelişmez.
İnsan hak ve özgürlüklerine, hukukun üstünlüğüne dayalı daha demokratik içerik kazanması, bu modeli güçlendirir.
Buna karşılık, etnik eksende ayrımcı bir model geliştirmek, siyasi özerklikler oluşturmak, iki uluslu, iki dilli anayasa hazırlamak, Atatürk’ün kurduğu Türkiye modeliyle bağdaşmaz.
O başka bir “Türkiye modeli” olur.
O “Türkiye modeli” ise “çözüm”den çok “çözülme” yolunda bir süreci hızlandırmak demektir.
Bu süreç “üniter yapı” ve “ulus birliği” temeline dayalı Türkiye Cumhuriyeti’ni tarihe karıştırıp “Büyük Kürdistan Modeli”ne yöneliş sürecine dönüşebilir.
Bugün PKK ve DTP’nin gündemde tuttuğu talepler bu niteliktedir.
Birden fazla üst kimlik
Birden fazla üst kimlik, birden fazla ulus anlamına gelir. Bu yaklaşım Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesine ve temel ilkelerine aykırılık oluşturur.
Etnik ayrıma dayalı bir “model”, anayasal sistemin fiilen federasyona dönüştürülmesi sonucunu doğurur. Bu halde ise kurumsal düzeyde de toplumsal düzeyde de ayrıştırıcı süreç başlar. Gündeme, Cumhurbaşkanı Türk ise Başbakan Kürt olsun, Anayasa Mahkemesi Başkanı Türk ise Yargıtay Başkanı Kürt olsun, Danıştay Başkanı Kürt ise Uyuşmazlık Mahkemesi Başkanı Türk olsun, Genelkurmay Başkanı Türk ise Kara Kuvvetleri Komutanı Kürt olsun gibi kamu alanındaki her kademe için talepler gelebilir.
Bu sürecin, Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal ve siyasal birliğini güçlendireceğine inanmak gerçekçilikten uzaktır.
“Model” ararken bu tuzağa düşmemek gerekir.

Fikret Bila - Milliyet 04.08.2009