12 Aralık 2009 Cumartesi

Herkesi yakaladılar, eşkıya kaçtı...


MİT, yargıcı bastı...
Yargıç, telekomünikasyonu bastı...
Telekomünikasyon, Yargıtay'ı bastı...
Yargıtay, hükümeti bastı...
Hükümet, Genelkurmay'ı bastı...
Genelkurmay, polisi bastı...
Polis, cumhuriyetçileri bastı...
Ama Tokat kırsalında askeri aracı basıp 7 askeri şehit edenler, nasıl geldiler, nasıl pusu kurdular, nasıl ellerini kollarını sallayarak gittiler, kimsenin kafası basmadı...
*
Rektörün karısı ile konuşması elde...
Mustafa'nın gizli(!) notları elde...
Genelkurmay'ın kuru-yaş belgeleri elde...
Hangi tarlada silah var, elde...
Yatak odası kayıtları elde...
Aşk-meşk görüntüleri elde...
Ama terör örgütünün açıklaması dışında, Tokat'ta Mehmetçiği pusuya düşürüp 7'sini öldürenlerle ilgili bir bilgi elde değil...
*
Sizi dinliyorlar...
Beni dinliyorlar...
İşadamını, gazeteciyi, sanatçıyı, askeri, sivili, yargıcı, savcıyı, Anayasa Mahkemesi üyesini, Yargıtay'ı, Danıştay'ı dinliyorlar...
Yani birisi yellense dinlemeye takılıyor...
Yeri-göğü dinliyorlar...
Sevmediklerinin karısını-kızını dahi dinliyorlar...
Ama Tokat'ta pusu kurup 7 askerimizi vuranları kaçırmışlar gözden...
*
Devleti bu hale getirdiler çünkü...
Askerleri kovalamaktan eşkıyayı yakalamaya vakit kalmadı...
Rektörleri-dekanları-profesörleri izlemekten, katilin izini kaybettiler...
Gazeteciyi-yazarı-sanatçıyı-aydını dinlemekten, dağda eli silahlılara sıra gelmedi...
Düşmanları; laik cumhuriyet...
Hasımları; bu cumhuriyeti sevenler olunca...
Böyle oldu devlet...
Bekir Coşkun 11 Aralık 2009 Habertürk

8 Aralık 2009 Salı

Yedi yaban güvercini...

BEN onlara “yaban güvercinleri” diyordum.
Yüksek dağlara doğru gidişlerini ve dönüşlerini biz görmesek de; sıra sıra, masum, görkemli...
Ve barış için...
Dün akşama doğru haber geldi:
“Yedi yaban güvercinini vurdular...”
****
Bir milletin aklı yok olduğunda, cezasını en çok o milletin masum çocukları çeker.
Bir kez izan ve idrak kaybolduğunda...
Bir toplumun gözü kör, kulağı sağır, zihni uçup gittiğinde, ilk kurbanlardır çocuklar...
Dün böyleydi...
****
Söyler misiniz:
Şimdi bu “açılım” mı oldu?..
Bu kadar mıydı sizin izanınız?..
Cumhurbaşkanı‘nın “kaçmakta olan tarihi fırsatının” ne olduğunu dahi bilmeden çok beğenen...
Başbakan’ın içinde ne olduğunu söylemediği “açılımına” alkış tutan...
Bir iktidarın ne yapmak istediğini sorgulamadan, öğrenmeden, hatta merak dahi etmeden...
Televizyonlara çıkıp, gazetelerde yazıp-çizip, insanların gözünün içine baka baka, utanmadan ve sıkılmadan “çok başarılı” bulmak...
Sormaz mısınız şimdi:
“Beğendiniz mi açılımı?..”
****
Kendi yiğit askerleri refüze edildiğinde, eşkıya bayrağını açıp geldiğinde, bunu“demokrasi” zannedecek kadara aptal olanların, bu ülkenin çocuklarına ödettikleri faturadır bu.
Bir körlüğün bedeli...
Dün bu ülkenin tüm annelerinin yüreğinde yangın çıktı...
Hele yedisinde?..
Onlar; bir ihanetin farkında dahi olmadan, öyle mağrur, öyle kadere razı, öyle teslim...
Geceleri sabahları beklediler, sabah oldu mu geceleri...
Dün akşam saydılar...
Dağlardan yedi eksik döndüler; yaban güvercinleri...
Bekir Coşkun, 08 Aralık 2009 HaberTürk

3 Aralık 2009 Perşembe

CIA Kontrolündeki Cemaat


“Beş kıtada 475 üniversite ve yüksekokulu, 200 koleji vardı…
604 gazete ve dergiye sahipti…
52 radyo ve televizyon kanalı aralıksız yayındaydı…”
Dünyayı böylesine ahtapot gibi saran bu cemaatin adı Opus Dei (Tanrı’nın Eseri) idi ve Madrid’de sıradan bir Katolik papazı olan Josemaria Escriva de Balaguer tarafından 2 Ekim 1928’de kuruldu.
Papaz Balaguer “müritlerini” genelde Katolikliğe sıkı sıkıya bağlı, varlıklı, iyi eğitim görmüş zenginlerden oluşturmaya gayret etti.
Cemaat eğitim yoluyla seçkin önder elemanlar yetiştirmeyi hedefledi.
Okullar açtı ardı ardına.
Yetmedi, taşradaki başarılı çocuklar için yurtlar hizmete sokuldu..
Yetişen müritler devletin kilit yerlerine yerleştirildi..
Ve hep devlet desteği gördüler..
Cemaat için komünistlerle mücadele esastı.
Bu nedenle İspanya iç savaşında Cumhuriyetçilere karşı faşist Franco’yu destekledi.
Zamanla ülke dışında da “hizmete” başladı.
Çünkü soğuk savaş dönemi başlamıştı.
1947’de Balanguer Vatikan’a çağrıldı ve “Papa Hazretleri’nin Yüksek Papazı” unvanı verildi. Opus Dei’nin iki anahtar sözcüğü vardı:
“Hoşgörü” ve “Diyalog”!..
Bu iki kavramı kullanarak dünyanın çeşitli ülkelerindeki insanlara yakınlaştılar, konferanslar düzenlediler, okullar açtılar, TV-gazete satın aldılar.
Adları duyulmamış aydınları ünlü yaptılar.
Opus Dei özellikle İspanyolca konuşulan Latin Amerika ülkelerinde solu ezmek için aktif olarak kullanıldı.
Şili, Arjantin, Paraguay, Uruguay ve Peru’da Opus Dei CIA ile hep başrolü paylaştı.
Balanguer öldükten sonra azizlik mertebesine layık görüldü!
Ancak Opus Dei kamuoyunda hep “Kutsal Mafya” olarak bilindi!..
***
Yukarıdaki bilgileri, gazeteci Soner Yalçın’ın “Bu Dinciler O Müslümanlara Benzemiyor” isimli kitabından aldım.
Okurken defalarca, “Yok artık, bu kadar da benzerlik olmaz” dediğimi belirtmeliyim!..
Soner, Opus Dei’nin ibretlik öyküsünün altına, Fethullah Gülen’in ABD’de nasıl “Green Card” yani oturma izni aldığının ilginç hikâyesini de eklemiş..
Buraya tümünü almam olanaksız, ancak Amerikan mahkemesinde kimler Gülen’in oturma izni alması için destek olmuş bakalım:
CIA ajanı Graham Fuller, mesleğe CIA’da başlayıp sonra diplomat olan eski ABD Ankara Büyükelçisi Morton Abramowitz ve CIA Balkanlar uzmanı, Yunan asıllı George Fidas!..
Şu ilişkiler zincirine bakın, olağanüstü değil mi?!..
Günlerdir elimde kalem, satır satır altını çizerek okuduğum kitapta Soner daha neler anlatıyor neler…
Yeni Şafak gazetesinin yazarı Fehmi Koru’nun Beykoz’da, Boğaz’ın en müstesna ancak çivi bile çakılması yasak olan yerine nasıl villa kondurduğu,
Zahid Akman, Zekeriya Karaman, Hasan Hüseyin Ceylan gibi isimlerin hangi ilişkilerin sonucu Ankara’da 350 milyon dolarlık Armada İş Merkezi’ne ortak oldukları,
Deniz Feneri yolsuzluğundaki rolleri,
“bir lokma bir hırka” günlerinden milyarlarca dolarlık servetlere ulaşan “Müslüman kılıklı” dincilerin akıllara seza öyküleri ve daha neler…
Ve Tabii Ergenekon’un insanı dehşete düşüren öyküsü!..
Siz yalnızca Türkiye’nin “Ergenekon”u mu var zannediyordunuz?..
Hayır, Gürcistan’ın, Ukrayna’nın, Sırbistan’ın, Slovenya’nın da “Ergenekon”u var, hem de tıpkısının aynısı!.
Taraf’ıyla, Genç Siviller’iyle, iktidarıyla, yargısıyla, emniyetiyle, açık toplum enstitüsüyle, üniversiteleriyle…
Okuyun, göreceksiniz…
- Kalemine sağlık Soner Yalçın…

Bir Yurtsevere Mektup (xxxvıı)
Sevgili kardeşim Balbay, günlerdir büyük Türk büyüğü Bülent Arınç’ın “Bayramdan sonra ne Arınç, ne de Danıştay kalacak” sözlerinin anlamını çözmeye çalışıyordum. Bugün gördüm ki, üç eski kuvvet komutanı ifade vermeye çağrıldı, tesadüfe bak!..
Ama bence haftanın en müthiş konuşmasını Tayyip Bey yaptı, “Köşe yazarları haftada bir yazsın” buyurdu!.. Kalemi tutuklanmış bir gazeteci olarak ne düşündüğünü tahmin edebiliyorum.. Bana soracak olursan ülkenin sürüklendiği istikamete bakınca aklıma nedense 30’ların Almanya’sı, bugünlerin İran’ı, Sudan’ı geliyor!..
Seni ve tüm yurtseverleri dışarıdaki milyonlar adına, bir yurtseverin tüm gücü, sıcaklığı ve kararlılığıyla kucaklıyorum.

Ümit Zileli, 03 Aralık 2009 - Cumhuriyet

1 Aralık 2009 Salı

Muhtarın Kızı


İLGİ çekmeyen muhtarın çirkin kızı, kendinden söz ettirmek için gidip çeşmeye işerdi.
Tüm köy aylarca ondan söz ederdi.
Bir zaman sonra unutulduğunu, adının konuşulmadığını görünce yine doğru çeşmeye...
Ve köylü yeniden başlardı; muhtarın kızını konuşmaya...

O tartışmalarda izlediklerinizin çoğunun, başka türlü kendilerinden söz ettirmeleri olanaksızdır.
Sığ ve yeteneksizler...
Çoğu tam tersi ideolojilerden döne döne oralara kadar geldiler; ikiyüzlü ve dönekler...
Atatürk‘e saldırmayı, Türk ordusunu aşağılamayı, cumhuriyeti tekmelemeyi “aydın ve demokrat” olmak sanıyorlar.
Koca İslam dünyasının son yüzyılda kazandığı tek onurlu savaşı ve sonrasında kurulan “Türkiye Cumhuriyeti”ni “diktatörlük” sayıyorlar.
“Türk” kelimesine kızıyorlar...
Bayrak sallayanlara “faşist” diyorlar...
(.........)
Söyler misiniz; ne zamandan beri kalpaklı Atatürk başlı bayrak sallamak kabahat?..
İzmir’de kadınların evlerden Atatürk başlı bayrak sarkıtmaları nasıl “suç” olabilir?..
Türkiye’nin yüz akı İzmir, nasıl “faşist kent” gösterilebilir?..
İçini bilmeden bir “açılım” lafını altı ay tartışmak ve desteklemek ahmaklık olmaz da...
Habur kapısında yaşananları gözle görüp tepki göstermek nasıl “gerikafalılık” sayılabilir?..

Ben anlıyorum aslında; muhtarın kızı hesabıdır o...
Yeteneksizliğin var olma cinliğidir...
Döneklikle kaybedilmiş kimliğin kişiliğin, bir yolunu bulup aradan pırtlama çabasıdır...
Aykırı-sivri-densiz-saygısız laflar edip, bir şekilde kendini hatırlatma girişimidir bu:
Hani çeşmeye işemek gibi...

Bekir Coşkun, 27 Kasım 2009 - Habertürk
Fotoğraf: Yasemin Çongar - Çengiz Çandar - Hasan Cemal ve Ahmet Altan